29 Aralık 2013 Pazar

Okşan AYBAŞ - YENİ YIL MEKTUBU




Sevgili  Kitapça Yaşayanlar,


Yaklaşık iki buçuk aydır birlikteyiz. Daha önceleri okuduklarımı facebook ta arkadaşlarımla  paylaşıyordum.

 Oğlumun ve kızımın önerileriyle, biraz daha fazla emek verip, zaman ayırarak  daha çok kitapsevere blog yoluyla ulaşmaya karar verdiğimde bu kadar keyif alacağımı tahmin etmemiştim doğrusu. Blog kullanımı ülkemizde henüz yeterince yaygın değilse de; bu dünyada ''Kitapça Yaşamak'' da yerini aldı.

 Hem okumayı, hem de paylaşmayı seven biri olarak bu kadar kısa süre içinde Türkiye dışında A.B.D,  Almanya, Ukrayna, Rusya, Sırbistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Fransa, İngiltere, İsviçre, Yunanistan gibi ülkelerde de takipçilerimin olmasından dolayı çok mutluyum.
 Bloğumu takip eden, tanıtımı için katkıda bulunan herkese çok teşekkür ediyorum, iyi ki varsınız...

 2014 te de daha fazla kitap okuyup paylaşmayı, daha çok okura ulaşabilmeyi umuyorum.

Yaşadığımız her günün anlamına varacağımız, sağlık, huzur ve mutluluk dolu bir yıl diliyorum.

Hoşçakalın...


Okşan AYBAŞ



Thomas MORE - Utopia







Yıllar öncesine, Kamu Hukuku dersimize gittim Thomas MORE'un Utopia'sını okurken. O zaman da ilginç gelmişti Utopia.

 Bu kitabı okuyup tanıtmamı öneren genç blog takipçilerimizden Zekicem Cumagil'e teşekkürlerimi iletiyorum...

EN İYİ DEVLETİN NE'LİĞİNE VE
YENİ UTOPIA ADASINA İLİŞKİN OLARAK

Ünlü Londra kentinin Yurttaşı ve Yargıcı
Sözün Büyük Ustası, Yazarların En Seçkini
THOMAS MORE
Tarafından Yazılan, Eğlenceli Olmakla Kalmayıp
Yararlı Bilgiler de İçeren Altın Bir Rehber

Bu girişten sonra, kitabın 1516, 1518 tarihli baskılarında yer alan resim ve tanıtımlar var ki, henüz kitabı okumaya başlamadan yüzyıllar öncesine adeta dokunuyorsunuz.

Thomas MORE,  yüzyıllar öncesinden günümüze ulaşan bu değerli eseriyle, 16.yy Avrupa'sındaki yaşama kurallarına karşı aklın ve bilimin yol göstericiliğiyle belli doğrulara dikkat çekmek, hem de okuyucuyu eğlendirmek istemiştir.

Okumak keyifliydi, Günümüz toplumunda hala yapılan yanlışların yüzyıllar öncesinden eleştirilmesi hayli ilginç!  Yüzyıllar geçse de, temel doğrular değişmiyor.    

(Not: Okuduğum kitabın internetteki kitap kapağı, yayınevi reklamıyla kaplı olduğundan, bu sefer kitap kapağı yerine, orjinal utopia resmini ekledim başlığa. )


******


Kitaptan Alıntılar :


Kral,uyruklarına mümkün olduğunca az mülk bırakmalıdır, çünkü kendi güvenliği onları aşırı servetten ve özgürlükten yoksun bırakmasına bağlıdır. Zenginlik ve özgürlük, insanları haksızlığa ve baskıya karşı daha tahammülsüz kılar; oysa yoksulluk insanın içindeki soylu duyguları köreltir, kutsal isyan ateşini söndürür, onu kuzu kuzu itaat etmeye zorlar. (s.58 )


Çiftçiliğin yanı sıra -dediğim gibi,herkesin temel uğraşıdır bu- her kişiye yün ya da keten dokumacılığı, duvarcılık, demircilik, ya da marangozluk zanaatlarından biri öğretilir. Bunların dışındaki zanaat dallarında çok az insan çalışır. Adanın her yerinde insanlar aynı giysileri giyerler, ama kadınlarla erkeklerin, bir de evli olanlarla bekarların kılıkları birbirinden biraz farklıdır. Geçmişten bugüne hiç değişmeden gelen bu güzel ve rahat giysiler, vücudu hem sıcaktan hem soğuktan korur. Adada terzi falan yoktur, her aile kendi giysisini kendi diker. ( s. 77 )



Oysa Utopia'da günün yirmi dört saatinin sadece altı saati çalışmaya ayrılır. Utopia'lılar öğleye kadar üç saat çalışır, sonra öğle yemeği için ara verir, yemekten sonra iki saat dinlenir, ardından üç saat daha çalışırlar. Akşam yemeğinden sonra saat sekiz sularında yataklarına girer ve sekiz saat uyurlar.
Çalışma, yeme ve uyumadan arta kalan saatlerini diledikleri gibi geçirmekte özgürdürler, ama bu zamanı hem kendilerine zevk verecek hem de toplumayarar sağlayacak uygun bir uğraşla doldurmak, aylaklık ya da şamatayla çarçur etmemek kşuluyla. Çoğu Utopia'lı bu saatleri düşünsel faaliyetlere ayırır. (s.78 )


Her kent birbirine eşit büyüklükte dört bölgeye ayrılmıştır, her bölgenin ortasında da her türden malı bulabileceğiniz bir pazar vardır. her hane ürettiği ürünleri buraya getirir ve ambarlara doldurur, ürünler satışa sunulmak üzere buradan dükkanlara gider. Bu pazarlarda her hane halkı reisi, kendisinin ya da ailesinin ihtiyaçlarını arayıp bulur ve ayni ya da nakdi herhangi bir ödeme yapmadan istediği şeyleri alır götürür. Hem, niye götürmesin? (s.84 )





28 Aralık 2013 Cumartesi

Emrah SERBES - Erken Kaybedenler







Bu yıl okuduğum kitaplar arasında beni en çok etkileyenlerden biri de ''Erken Kaybedenler'' oldu. Hemen  aklıma Hakan Bıçakcı'nın ''Apartman Boşluğu'' da geldi tabii!

Bloğumda daha önce Emrah Serbes'in ''Hikayem Paramparça'' ve Hakan Bıçakcı'nın ''Apartman  Boşluğu'' kitaplarını tanıtmıştım.

 Emrah SERBES, 1981 Yalova doğumlu. Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi tiyatro bölümünü bitirmiştir. Behzat Ç. romanı: Her Temas İz Bırakır, Son Harfiyat ve Hikayem Paramparça'yı yazmıştır.

 Kitaptaki sekiz hikayenin kahramanların ortak özelliği; ''erkek ve ergen'' olmaları.
 
 Kolay yoğunlaşan duyguları, öfkeleri, yalnızlıkları ve baştan çıkmalarıyla! bu çocukların dünyasını biraz olsun tanımak gerçekten çok ilginç.
 Başkalarının farkında bile olmadıkları ya da farkına varsalar bile önemsemedikleri ayrıntılar ne kadar önemli olabiliyormuş meğer...

Sıkılmadan, birbirinden ilginç ve akıcı hikayeler okumak istiyorsanız, ''Erken kaybedenler'' i mutlaka okumanızı öneriyorum.


******


Kitaptan Alıntılar:


Ertesi gün Yasemin'e evlenme teklif ettim, bu kadar flört dönemini yeterli görmüştüm, işin ciddiyetinin sarsılmasını istemiyordum ve şu gerçeği çok iyi idrak etmiştim ki kaç yaşında olursa olsun her kızın hayalidir evlenmek. İşte o zaman Yasemin, düşünmek için biraz süre istemişti. O anda başka şeyler de söylemiş olabilir ama unuttum. Sonuçta sevilen her kadın güzel bir şarkıdır, bütün sözlerini hatırlayamazsın belki ama melodisi aklında kalır. (Anneannemin Son Ölümü adlı hikayeden s.18 )
.

Kış geldiğinde Sedef'i bütünüyle unutmuştum. Daha doğrusu şöyle; hatırlayıp hatırlayıp unutmuştum. Sanki aramızda hiçbir şey yaşanmamış gibi. Alelade bir yaz aşkı gibi. Sanki Sedef ancak ismi geçtiği zaman hatırlanan hayalet arkadaşlardan biriymiş gibi. Sanki deniz kenarında bütün gün  kumdan kale yapmamışız gibi , sanki pansiyonun sahanlığında yan yana oturup konuşmamışız, yıldızlara bakıp nedir bu kainatın esbabı mucizesi diye düşünmemişiz gibi. (Denizin Çağrısı adlı hikayeden. s.76 )


Dizinin dizime değişi, Handan'ın annesi için bir kelebeğin kanat çırpışıysa benim için bir kasırgaydı. Kaç sene geçti, hala unutamam, günde enaz beş sefer aklıma gelir. Biliyorum bu durumun, kökeni memeden kesildiğim güne kadar uzanan psikolojik nedenleri vardır. Ama bir kadını unutulmaz yapan şey, bir vakitler ona duyulan arzunun şiddetiyle doğru orantılı değil midir? O arzunun kıyısında, gerçekleşme olasılığının tam yanı başında, sanki arada başka hiçbir engel yokmuş gibi rahat davranabilmekle, kendini o tatlı yanılsamaya kaptırabilmekle  doğru orantılı değil midir? Bu olgunun da mı sorumlusu benim mutsuz geçen çocukluğum? Cevap? Yok! ( Kimi Sevsem Çıkmazı adlı hikayeden.s.120 )


Annem kırk yaşında. Bakmasını bilen gözler için hala güzel sayılır. Babamın durumuna göreyse  muhteşem bir kadın. Yani altmış yaşındasın, topalsın, tüpçüsün, amatör mafyasın, vur empatinin gözüne, aslında kimsenin seni iplediği yok bu dünyada... İşte böyle bir kadın, seni yine de ayakta tutabilir o zaman, çevrene gururla bakmaya devam edebilirsin, hala düşmemişsindir o kadar. (Kimi Sevsem Çıkmazı adlı hikayeden. s.133 )






26 Aralık 2013 Perşembe

Hakan GÜNDAY - Daha







 Hakan GÜNDAY' ın Az, Piç, Kinyas ve Kayra adlı romanlarını okumuş, Kinyas ve Kayra'yı Ekim ayında bloğumda tanıtmıştım.


 ''Daha'' Hakan Günday'ı  Ekim 2013' te yayımlanan  son kitabı.

Hakan Günday okumayı seviyorum. Beni bilmediğim dünyalara götürürken, olayların akışını tahmin bile edememek, yazara olan hayranlığımı arttırıyor. Yetenekli bir yazar gerçekten.

Okuduklarım içinde Kinyas ve Kayra, en beğendiğim kitabı. -yazarın da ilk kitabı-

Daha, insan kaçakçılığı yapan Ahad ile oğlu-çırağı Gaza'nın hikayesi...
 Dokuz yaşındaki Gaza, öğrenmemesi gereken şeyleri öğreniyor, yaşamaması gerekenleri yaşıyor. İnsanları, yaşamı tanıdığını zannederken yanlışlar, çirkinlikler içinde yoğruluyor, ölmüyor ama adeta can çekişiyor.

''Babam katil olmasaydı, ben doğmayacaktım...'' diye başlıyor roman. Sürükleyici, çarpıcı, sıradışı okumak isteyenler Hakan Günday okumalı bence.

Tavsiye ediyorum...


******


Kitaptan Alıntılar:


Sakin olmalıydım. Heyecanlandığımı görürse, her şeyi anlardı. Çünkü hep anlardı. Olmayan şeyleri bile anlardı. Deprem kokusu alan ilkel hayvanlar gibiydi.O ölü mavi gözlerinin hemen ardında, iç dünyama ayarlı bir radar vardı. Sadece beni mahvetmek için üretilmiş bir silahtı babam. Bir teknoloji harikası! İnsansız hava aracı gibi bir şey! Ya da her neyse, içinde insan olmayan bir şey! (s.86 )


Matematikti her şey. Hatta sadece bir çıkarma işlemi. Nefretimi bu dünyadan çıkarınca geriye ne kaldığını bulabilsem, bitecekti bütün hikaye. Çünkü sonrası sadece gündelik hayattı... Belki biraz da morfin sülfat. (s.91 )


Hiçbir şeye bağlanamayan, dürüst hiçbir ilişkinin tarafı olamayan, sesi gür ama içi cılız bir çocuk olarak, o yurttaki her bir insanı kullanıp posasını çıkardım ve Azim'e yaptığım gibi, hepsini çöpe attım. Benimle konuştular ama onları dinlemedim. Sırlarını saklamamın tek nedeni, söylediklerini, duyduğum an unutmamdı. Beni sevdiler ama neyi sevdiklerini bilemediler. Çünkü buna asla izin vermedim. Bana sundukları bütün o sevgi, göğsümden girip sırtımdan çıktı ve boşa gitti... ( s.274 )


Hayatları boyunca çalışıp uykusuz kalmış, ancak artık bir işleri olmasa da uyuyamayan, yaşlı insanların saatindeydik. Bankaların ve bütün binaların açılış saatlerini bilenler tarafından kuşatılmıştık. Yaşayacak pek bir zamanları kalmadığı için hiçbir yere geç kalmak istemeyen ve gidecekleri her yere erkenden uçup giden yaşlı kelebeklerin dünyası... ( s.277 )


24 Aralık 2013 Salı

Oğuz ATAY - Korkuyu Beklerken




Oğuz ATAY'ı okumak, anlayabilmek, sevmek bir ayrıcalık bence. Yazmak için doğmuş,  bir o kadar da erken ayrılmış aramızdan. 

1934 İnebolu doğumlu yazar1977 yılında büyük projesi ''Türkiye'nin Ruhu'nu'' yazamadan vefat etmiştir. Ünlü romanı ''Tutunamayanlar'' ile TRT 1970 Roman Ödülü'nü almıştır. Yaşarken hiç bir kitabının ikinci baskısı yapılmamış, ölümünden sonra kitapları ard arda basılmıştır. Benim elimdekinin 2010 yılı 29. baskısı olduğunu belirteyim.

Kastamonu Valiliği 2007 yılından beri yazar adına, ''Oğuz Atay Edebiyat Ödülü'' vermektedir.

Oğuz Atay'ın eserlerinde eleştiri, mizah ve ironi hakimdir. Yazarken zekasını sergilemektedir ki, hayran olmamak elde değil. 

Korkuyu Beklerken, yazarın sekiz öyküsünden oluşan bir kitap. Öykülerin hepsi de birbirinden güzel ama ben özellikle ''Korkuyu Beklerken'' adı öyküyü okurken çok etkilendim.

Oğuz Atay okumak isteyenlere önerim, önce öykülerinin yer aldığı bu kitabından başlayıp daha sonra diğer kitaplarını okumalarıdır.


******


Kitaptan Alıntılar:


Telefona davrandım. Acaba iyi bir şey olacak mı? Hayır, dedim kendi kendime. İyi şeyler birdenbire olur; bu kadar bekletmez insanı.Sürüncemede kalan heyecanlardan ancak kötü şeyler çıkar. Ya da hiç birbir şey çıkmaz. (Korkuyu Beklerken adlı öyküden s.42 )


Heyecanlarımı hep gelecekteki günler için saklamıştım; babam öldüğü zaman yeterince üzülmemiştim, mezarının başında küçük ayrıntılara takılmıştım. Bir ağacı, kuşu falan seyrederken değil, düşünürken sevmiştim .Hayır belki de kendimi yaşanacak güzel günler için saklamamıştım: belki de sadece duygularımda her zaman biraz geç kalıyordum. Babam öldükten iki yıl sonra bir akşam üzeri, biraz üzülür gibi olmuştum. (Korkuyu Beklerken adlı öyküden s.66 )


Bunlar bildiğin şeyler babacığım; sana biraz da bilmediklerini anlatayım: Mesela, cenaze törenin nasıl oldu? Kimler geldi? Cenaze namazın nasıl kılındı? Genellikle bir aksilik olmadı babacığım. Ben ağladım. Okulda o günlerde 'hatırı sayılır' bir durumda olduğum için oradan bir otobüsle bir miktar öğretim üyesi ve bir çelenk gönderildi. Hayatın boyunca hiç görmediğin bazı kimseler ellerini önlerine kavuşturarak  ve başlarını öne eğerek ölümün anlaşılmaz gerçeği üzerinde düşünüyormuş gibi yaptılar mezarının başında. ( Babama Mektup adlı öyküden s.173 )




21 Aralık 2013 Cumartesi

Sunay AKIN - Kule Canbazı






Sunay AKIN, 1962 Maçka doğumlu yazar, şair, gazeteci, tiyatro oyuncusu ve araştırmacıdır. İ.Ü Fizik- Coğrafya Bölümü mezunudur.

 Şiirlerinde Orhan Veli, Cemal Süreyya'nın etkisinde kaldığı söylenir-ki, ben henüz okumadım. Çeşitli televizyon programları da yapan yazarın yayınlanmış pek çok kitabı vardır.

Türkiye'deki ilk Oyuncak Müzesi'nin kurucusudur.

Kule Canbazı, adı gibi içeriği de ilginç. Otuz beş ayrı başlık, otuz beş ayrı anlatım...
Sunay Akın'ın araştırmacılığı, hayal gücü, tarihe dair pek çok bilgi, okuyana pek çok şey katıyor. Anlatımlar uzun değil, genellikle iki- üç sayfa, fotoğraflarla da zenginleştirilmiş.

Okuması kolay, zevkli, tavsiye ederim...


******


Kitaptan Alıntılar:


Yerebatan Sarayı'nın gizli bir köşesinden başlayarak Kız Kule'sine, oradan da Kınalıada'daki manastıra ulaşan bir mağaranın varlığı, nice İstanbullu'nun bedenine açılan dehlizin ağzındaki yılan tarafından yıllardır anlatılır. Durum böyleyken Küçükçekmece Gölü'nden  kuş uçumu 1,5 km. uzaklıkta olan Yarımburgaz Mağarası'nın varlığından haberdar olan İstanbullu pek azdır. İki ayrı girişi olan mağara, kimi Türk filmlerine mekan olsa da ziyareteaçık değildir. (John Berger'in İstanbul Hatırası - s.17 )



Oyuncaklarla oynamayan, onların büyülü dünyasından uzaklaşan bir insan asla şair olamaz; ''şiir'' adını verdiği dizeleri alt alta kurabilir, ama onların arasından bir şair asla göz kırpmaz okura. Şair yüreği  ancak oyuncakların  koruduğu bir ortamda büyüyebilir. Oyuncaklar, muhafızıdır şairin. Bana inanmayanlar, Pablo Neruda'ya kulak versinler:
''Evimde iril ufaklı bir sürü oyuncak bulundururum, oyuncaksız yaşayamadım. Oyuncakla oynamayan bir çocuk, çocuk sayılmaz; fakat oynamayan bir insan çocuk yanını ömrü boyunca yitirmiş olur ve bunun yoksulluğunu çeker. Ben evimi bir oyuncak gibi yaptım ve bu evle sabahtan gece yarılarına kadar oynadım.''  (Daktilonun İç Cebindeki Şair - s.38 )



Birinin arkadaşıyla güreşirken eli kırılır çocukluğunda, ötekinin futbol oynarken ayağı... Biri eline ney alır ünlenir, öteki resim fırçası... İkisi de Bakırköy Akıl Hastanesi'nde kaldıkları günlerde yakınlaşır, arkadaş olurlar. Kırık eliyle ney çalan çocuğun adı Neyzen Tevfik'tir, bir ayağı aksayanınki ise Fikret Mualla...
Neyzen Tevfik, oyuncağını kıran çocuğa kızmak yerine, onun bu hareketini haklı bulur. Nedenini de şöyle açıklar bir şiirinde:

Çeşit çeşit alınırdı bütün oyuncaklar
Oyuncak ha dayanır mı fikri tetkika?
Kırardı geldiği anda, içinde bir başka
Hüner var anlamalı hem de kırdı öğrendi
Bu sırrı bildi ya, artık bozar yapar kendi.
(Kalpler ve Oyuncaklar s.141 )





18 Aralık 2013 Çarşamba

Gary CHAPMAN - 5 Sevgi Dili




Dr. Gary CHAPMAN'ın uzun yıllar önce okuyup, o dönemde arkadaşlarıma armağan olarak da verdiğim kitabı...
Bazı kitaplar insanı mutlu eder, motivasyonunu arttırır, 5 Devgi Dili'de işte böyle ...
Okuduğumda empati yapmak, farkındalığı artırmak, problem gibi gördüğümüz halleri basit yöntemlerle çözebilmek için iyi bir anahtar diye düşünmüştüm.

Bence herkesin okumasında fayda var. Beş tane sevgi dilimizin var olduğunu öğreneceğiz öncelikle; a) Nitelikli Beraberlik, b)Onay Sözleri,  c) Armağanlar, d)Hizmet Davranışları, e) Fiziksel Temas

Kitabı okuduktan sonra kendimizin ve yakınımızdakilerin öncelikli sevgi dilinin hangisi olduğunu, hangi sevgi diline önem verdiklerini kolayca tespit edebileceğiz.

Uyuşmazlıkları çözme niyetimiz  de var ise, bence güzel bir rehber 5 Sevgi Dili...


Kitaptan Alıntılar:


Nitelikli beraberlik, birbirimizin gözlerine bakarak birlikte zaman geçirmek zorunda olmamız anlamına gelmez. Bu, birlikte bir  şeyler yapıyoruz  ve o anda tüm dikkatimizi karşımızdakine veriyoruz demektir. İkimizin meşgul olduğu faaliyet ikinci derecede önemlidir. Duygusal açıdan asıl önemli olan şey, birbirimize odaklanarak zaman geçirmemizdir. Bu faaliyet, birliktelik duygusunu yaratan bir araçtır. (s.61 )


Görsel semboller, bazı insanlar için diğerlerinden daha önemlidir. Bu yüzden her insanın nikah yüzüklerine karşı tutumu farklıdır. Bazıları düğünden sonra nikah yüzüğünü hiç çıkarmaz, bazılarıysa bir kez bile takmaz. Bu da insanların farklı birinci sevgi dilleri olduğunun başka bir işaretidir. Eğer armağan almak benim birinci sevgi dilimse, bana verilen yüzüğe büyük değer veririm ve onu büyük bir gururla takarım. Ayrıca daha sonra verilen armağanlarla da çok duygulanırım. Onları sevginin ifadeleri olarak görürüm. Görsel semboller olarak benim için hediyeler almıyorsan, senin sevgini sorgulayabilirim. (s.80 )


Birincil sevgi dilinizi keşfetmenin diğer bir yolu da, sizin eşinize sevginizi ifade etmek için neler yaptığınızı veya söylediğinizi incelemektir. Büyük olasılıkla onun için yaptığınız şey, onun sizin için yapmasını dilediğiniz  şeydir. Eğer eşiniz için sürekli hizmet davranışlarında bulunuyorsanız, belki de (ama  her zaman değil ) bu sizin sevgi dilinizdir. Eğer onay sözleri size sevgiyi ifade ediyorsa, büyük olasılıkla eşinize sevginizi ifade ederken onları kullanıyorsunuzdur. Bu şekilde, yani kendinize '' Eşime sevgimi nasıl ifade etmeye çalışıyorum?'' diye sorarak kendi dilinizi de keşfedebilirsiniz. (s.137 )





16 Aralık 2013 Pazartesi

Yekta KOPAN - Aile Çay Bahçesi




Ekim ayı içinde yayımlanan Aile Çay Bahçesi, ilk baskısında otuz bin adet gibi yüksek bir sayıyla okuyuculara sunulmuştur. 

Yekta KOPAN, 1968 doğumlu. 2002'de Aşk Mutfağından Yalnızlık Tarifleriyle Sait Faik Hikaye Armağanı, Karbon Kopya Dünya Kitap ile 2007 Yılın Telif Kitabı Ödülü, 2010 yılnda ise Bir de Baktım Yoksun ile de Yunus Nadi Öykü Ödülü ve Haldun Taner Öykü Ödülü'nü almıştır.


Romanı okurken bazı kesitler tanıdık gelecek sizlerede. Bir seferde okuyacağınız akıcılıkta aynı zamanda.

Müzeyyen,  kardeşi Çiğdem'in doğumundan itibaren kendini kötü hissedip, yaşamı boyunca ''kötü'' olmaya karar vermiştir.

Babasının annesine, kendisine ilgisizliği ve mutluluğu dışarıda araması, annesinin ölümünden kardeşini sorumlu tutması, aile içinde küçüklüğünden itibaren biriktirdiği mutsuzluğunu, yalnızlığını babasının ölüm döşeğinde bir araya geldiği kardeşiyle yüzleşerek  geçmişi ve kendini sorgulamanın, belki de yeniden doğmanın  hikayesi...

İyi Okumalar...


******


Kitaptan Alıntılar:


Ne zaman yazlığa gidecek olsak, günler öncesinden başlayan bir sıkıntı kaplardı içimi. Saatler sürecek yolculuk boyunca gördüğüm herkes, beni görecek bütün insanlar yok olsun isterdim. Amcalar, teyzeler, ablalar, otobüs yolculuğunu bitmek bilmeyen bir tıkınma ayinine dönüştüren bütün o kalabalık aileler. Kuru köfte, haşlanmış yumurta, içine taze soğanla domates tıkıştırılmış beyaz peynirli ekmekler, mücver, hatta kısır. Evin annesi türlü maharetle yavrularını ve sigara üstüne sigara tüttürerek oturdukları bölgeyi dumandan bir görünmezlik duvarıyla çeviren öküz kocasını elleriyle beslerdi. (s.24 )


Mezarın ayakucuna oturdum. Öylece kalmak istiyordum orada. Zaman kendi bildiğince geçip gitsin. Önce yazıları silsin, sonra beni. Mezar taşında zamana direnen harfler, zihnimde bana direnen anılar kalsın sadece. Ne kadar yerinden sökmek istese de babaannemin görüntüsünü kazıyamasın. (s.62 )


Oysa yağmurda ıslanmanın verdiği huzur hiçbir şeyde yoktur. İnsan olmaktan utanmadığın tek andır, ağaçlar gibi, çiçekler gibi, köpekler, kuşlar, kediler, bildiğin-bilmediğin bütün hayvanlar gibi ıslandığın an. Manzaraya dışarıdan bakan kibirli insanlardan uzakta, o manzaranın bir parçası olursun. (s.74 )


''Ne yapacağız şimdi? Önce memleketi kurtaracağız. Sonra hayatımda birinin olup olmadığını soracaksın. Bir-iki tavsiye, bir-iki itiraf. Saçmasapan benzetmelerle kendini aklayacaksın. Yok benzin pompası, yok hayat kovalıyordu falan. İstersen ben sana kopya vereyim, babaannen şöyle yaptı, annen böyle yaptı dersen iyice rahatlatırsın kendini. Nasıl olsa hepimiz başkalarının günahlarını sırtlıyoruz değil mi baba? Onların hataları olmasa dünyanın en iyi babası olacaktın.''  (s.128 )







15 Aralık 2013 Pazar

J.M. COETZEE - Yavaş Adam







 J.M. COETZEE, 1940 doğumlu Güney Afrikalı yazar.


  İki kez İngiltere'nin en saygın edebiyat ödülü olan Booker ödülünü, 2003'te de NOBEL Edebiyat Ödülü'nü almıştır.
Yavaş Adam, Coetzee'nin okuduğum ilk kitabı. Coetzee, anlatımını süslemeksizin, basit, sade sözcüklerle  ne kadar etkili yazılabileceğini gösteriyor bize.

Yavaş Adam, ''yavaşlamak zorunda kalan!''  adam.

Romanın kahramanı Paul Rayment, altmış yaşında, yalnız yaşayan bir fotoğrafçı. Araba yerine bisiklet kullanan, bilgisayarın teknolojik yardımından uzak yaşayan, kitapları ve ölümünden sonra bağışlamayı düşündüğü fotoğraf kolleksiyonu  olan biri.

Paul Rayment, bir bisiklet kazası sonucu sağ bacağını kaybeder ve artık birine bağımlı yaşamak zorunda kalır. Hırvatistan göçmeni bakıcısı Marijana'ya aşık olur. Marijana'nın evli-çocuklu olması, ilşkisini profesyonel mesafede tutması da Paul'un bu duyguları yaşamasına engel olamaz.
 Coetzee'nin başka yapıtlarının da baş kişisi olan yazar Elizabeth Costello'da romanda birdenbire ortaya çıkıp Paul'un  yaşamında etkin rol alır.

Yaşlı, sakat ve aşık olmak; psikolojik ve duygusal iniş çıkışlarla, fiziksel güçlüklerle birleşince daha bir zor. Coetzee bu eseriyle yaşlılığı, insanca duyguları irdelememizi sağlıyor.

Coetzee, okunmaya değer...


******


Kitaptan Alıntılar:


Dünyada kötü bir kaza geçirmiş ilk insan değil o, kendini ona bakan iyi niyetli ama temelde kayıtsız insanlarla dolu bir hastanede bulan ilk ihtiyar da değil. Bir bacağı gitti: Geniş perspektiften bakıldığında, bir bacak kaybetmek nedir ki? Geniş perspektiften bakıldığında, bir bacak kaybetmek her şeyi kaybetmenin bir provasıdır, o kadar. O gün geldiğinde kime bağıracak ki? Kimi suçlayacak? (s.22 )


Paul yine Magill Sokağı'nda bisiklet sürmek, rüzgarı yüzünde hissetmek için çok şey verirdi. Artık kapanmış olan dönemin tekrar başlaması için çok şey verirdi. Wayne Blight hiç doğmasaydı keşke. İşte bu kadar. Bunları söylemek kolay ama çenesini kapalı tutuyor. (s.66 )


''Hepimiz daha sade olmak isteriz, Paul,'' diyor kadın, ''hepimiz. Özellikle de hayatımızın sonuna yaklaşırken. Ama biz insanlar karmaşık yaratıklarız.Doğamız böyle. Daha basit olmamı istiyorsun. Daha basit, daha çıplak olmak istiyorsun. İnan bana, kendini soyma çabanı hayretle izliyorum. Ama aradığın sade yüreğin, dünyayı sade görmenin bedeli vardır. Bana bak. Ne görüyorsun?'' (s.158 )


Sevgi sırf sevmeyi istemekle olmaz Paul. Sevmeyi öğrenmemiz gerekir. Ruhlar bu yüzden yüksek boyutlardan inip tekrar doğarlar; yanımızda büyürlerken bizleri sevginin çetrefilli yollarında yürütmek için. (s.181 )





12 Aralık 2013 Perşembe

2013 NOBEL EDEBİYAT ÖDÜLLÜ yazar Alice MUNRO - Bazı Kadınlar







Alice MUNRO, 2013 yılı NOBEL Edebiyat Ödülünün sahibi. Dünyanın ve benim de ilgi odağım oldu tabiiki..


Kanadalı yazar 1931 doğumlu, artık yazmayacağına ilişkin bir yazı okudum ama ne derece doğru bilemiyorum.

Ben 1922 doğumlu Jose Saramago'nun1998 de Nobel Edebiyat Ödülünü almasını geç bulmuşken, Alice Munro'nun ödülü alma yaşı ile ilgili yorumda bulunamayacağım haliyle!
''
''Bazı Kadınlar'' yazarın ilk okuduğum kitabı. Elimde ''Nefret, Arkadaşlık, Flört, Aşk, Evlilik'' kitabı da var ama ona sıra ne zaman gelir bilemiyorum.
 Kitap listelerimin yanısıra okuyacağım kitaplar da epey sıra oluşturuyor, Neyse...

Kanadalı eleştirmenler Munro'yu Kanadanın Çehov'u olarak tanımlıyorlar.

Bazı Kadınlar'da on tane öykü var. Öykülerin ortak yanı; kadın kahramanların karekterleri yaratılırken okurların o karekteri beğenmesi gibi bir kaygı taşımadan yazılmış olması.
 İllaki beğenmemiz gerekmiyor '' herkes gibi'' olan kahramanları. Öykülerde, toplumun yarattığı davranış kalıplarına, dayatmalara karşı çıkılmış olması işlenmiş özde.

Öyküler bana roman tadında geldi. Keşke daha devam etseydi diye düşünürken, sıradaki öykülerin de aynı güzellikte olması Munro'nun geç de olsa Nobel Edebiyat Ödülü'nü almasının kanıtı adeta.

Okuyun, Alice Munro öykülerinin tadına varacaksınız...



******


Kitaptan Alıntılar :


Nasıl olabilmişti bu? Jon için de, kendisi için de, hatta başkaları içinde sormuştu bu soruyu Joyce. Bol pantalon, fanila tişört ve üstü talaş kaplı yavan bir kalın kazak -hem de bütün bir kış boyunca- giyen o yürüyüşü hantal, aklı hantal marangoz çırağı. Karşı konulmaz bir şekilde bir klişe ve bir aptallıktan diğerine sürüklenen ve yolculuğunun her adımında bunu o taprakların yasası haline getiren bir kafa. Böyle biri geliyor ve uzun bacaklarıyla , ince beliyle, ipek gibi örülmüş koyu renk saçlarıyla Joyce'u gölgede bırakıyor. Zekasıyla, müziğiyle ve o ikinci en yüksek IQ'suyla. (Öykü adlı öyküden s.54 )


Harika bir makinem olduğunu ve çeker çekmez resmi basacağımı söylüyorum onlara. Düğmeye bastıktan hemen sonra kendinizi göreceksiniz işte, ne dersiniz buna? Aynı sana gösterdiğimdeki gibi, bir güzel oturttum onları. Annem diyor ki, acele et, bir an evvel mutfağa dönmem lazım. Merak etme, şıp diye çekeceğim diyorum. Böylece fotoğraflarını çekiyorum, hadi göster diyor bize annem, nasıl çıkmışız merak ediyorum, durun bir saniye diyorum, bunun üzerine, sabredin biraz,bir dakikalık işi var. İşte onlar böyle beklerken şu minik silahımı çıkarıyorum ve bam, bum, bim, üçünün de işini bitiriyorum.Sonra yine fotoğrafını çektim onların ve ardından mutfağa gidip tavuğun bir kısmını yedim, ne haldeler, bir daha da dönüp bakmadım. (Serbest Radikaller adlı öyküden s.160 )


Ne kadar yaşlı olduğumu düşününce bazen şaşkına dönüyorum. Yaşadığım kasabanın sokaklarına yazları toz kalkmasın diye su serpildiği, kızların bellerine korse takıp, yere bırakılınca dik duran çemberli eteklerden giydikleri, çocuk felci ya da lösemi gibi hastalıklarda çaresiz olunduğu zamanları hatırlıyorum.Çocuk felci olanların bazıları, ama sakat ama değil iyileşirdi, ancak lösemi olanlar hasta yatağında, trajik bir atmosferde aylar ya da haftalar süren bir kötüleşmenin ardından ölürlerdi. ( Bazı Kadınlar adlı öyküden. s.201 )









9 Aralık 2013 Pazartesi

Ahmet ARİF'ten Leyla ERBİL'e Mektuplar - LEYLİM LEYLİM













Ahmet ARİF (1927-1991) Şair, gazeteci. DTCF de felsefe okumuştur. Şiirlerinin toplandığı tek kitabı ''Hasretinden Prangalar Eskittim'' 1968 de yayımlanmış, bir çok şiiri bestelenmiştir.

Leyla ERBİL (1931-19.7.2013) Türkiye Sanatçılar Birliği, Türkiye Yazarlar Sendikası kurucularından, PEN Yazarlar  Derneği tarafından Nobel Edebiyat Ödülü'ne aday gösterilmiş yazarımız. Öykü ve roman yazmıştır.

Leylim Leylim,  şair Ahmet Arif'in Leyla Erbil'e yazdığı mektuplardan oluşuyor. 1954-1959 ve 1977'de son bir mektup.
Mektuplarla Ahmet Arif'in Leyla Erbil'e karşılıksız aşkına,  Ahmet Arif'in o dönemde yaşadığı siyasal baskılara ve edebiyat dünyasının bir dönemine tanıklık ediyoruz. 

Kitap çok hoşuma gitti. Ahmet Arif'in aşkı tek taraflı da olsa, aşkın samimiyetle dile getirilmesi etkileyici.
 Daha önce de bloğumda mektup türünden birkaç kitap tanıtmıştım.( On üç günün Mektupları, Milena'ya Mektuplar, Babaya Mektup, Ophelia'ya Mektuplar...) Mektup türü okumayı seviyorum, hele Leylim Leylim'deki gibi duygular yalın ve samimi anlatılmışsa...

Leylim Leylim'i okurken Ahmet Arif'i, Leyla Erbil'i tanıma fırsatını buluyoruz. Umarım Leyla Erbil'in yazdığı kitaplardan da okuma fırsatım olur.

Leylim Leylim'i okuyun, beğeneceksiniz...



******



Kitaptan Alıntılar :



Ne iyi kızsın be! Güner de sahiden adam seçermiş, dost seçermiş. Seni bana dost eden de bin yaşasın.
Kocan, bir hazine, bir cevahir dünyası aldığının farkında mı acaba? Yok, mesele yüzüne ya da etine vurulmaksa, buna uğramayacak babayiğit yoktur zaten... (s.46 )


Elim erse, ayağım tutsa, seni bütün cihanın görebileceği bir kuleye çıkarır ve bağırırdım: ''İşte, insan buna derler! Böyle olmağa çalışın!'' İki milyar beş yüz milyon adem evladının seni tanımalarını, öğrenmelerini istiyorum, anlıyor musun? (s.47 )


Bineceğin trenlerin soluğu tükenmesin. Ayağını attığın yerler deprem görmesin. Denizler uslu, vapurlar yollu olsun. Ferman et rüzgar beni de alıp oralara atsın.
Mutlu ol. Allah beni kahretsin. Gözlerinden öperim. Ellerinden öperim. Öperim kızı öperim. Öperim oğlu öperim. (s.61 )


Dostluk, avcumuza sıcacık bir kuş gibi konmuş bir kere. Ama bunda benim yüküm daha ağırmış ne çıkar? Ya ben bundan hoşnutsam? Ya senin sade var olman bile beni saadetten çıldırtacak tatta bir gerçekse? Olur mu öyle şey canım benim, olur mu sende öyle yalan görüntüler? Delirdin mi be!
İlk karşılaştığımızda ne haldeydim biliyorsun. hançer üstüne hançer yemiş, ihanetin ve satılmanın zehriyle insanlıktan umudumu kesmiştim. Beni kendime sen getirdin. Daha da  ötelere alıp götürdün. (s.104 ) 







7 Aralık 2013 Cumartesi

Yaşar KEMAL - Tek Kanatlı Bir Kuş






Yaşar KEMAL, yıllardır Nobel Edebiyat Ödülü almasını beklediğimiz, yurtdışında ve Türkiye'de pek çok ödül almış ünlü yazarımız.

Yaşar Kemal'i hemen hemen kitap okuyan herkes okumuştur diye düşünüyorum. Destansı, masalsı anlatımı onu diğer yazarlardan farklı kılıyor bence.

Tek Kanatlı Bir Kuş, yetmiş iki sayfa, bir seferde okunacak bir roman. Yaşar Kemal bu romanını 1960 yılında yazmış ancak yayınlamaya karar vermiştir.

Remzi Bey posta müdürü olarak Anadolunun bilinmeyen bir kasabasına tayin edilmiş, eşi Melek Hanımla birlikte üç gün süren çileli tren yolculuğunun sonunda kasabanın yakınına gelmişlerdir. Ancak belirsiz bir korku sebebiyle onlar da diğer insanlar gibi kasabaya gidememişlerdir.

1960'ların Anadolu'sunu hatırlıyoruz, bir de '' sorgulamadan korkmanın'' anlamsızlığını...




******



Kitaptan Alıntılar :



Ceviz ağacı çok değerlidir ama altında uyumayacaksın, gölgesi ağırdır. Bir de ceviz ağacının bir huyu vardır, budaklarından birisi oluşurken yakınında kim varsa, ne varsa hemencecik budağın içine resmini nakşediverir. Zamanla budakla birlikte resim de büyür. Ceviz budağından çok acayip resimler çıkmıştır.Ulu ağaçlar, bulutlar, denizler, uzun yollar, kamyonlar, otobüsler, otomobiller, sincaplar, tilkiler, ayılar, kurtlar, çakallar. (s.25 )


Kasabada hiç duman tütmüyordu. Hiç de ağaç yoktu bu kasabada, bomboş, yapayalnız, kıraç, yalnızlıktan, boşluktan, kıraçlıktan tüten, bomboş bir kasaba. Yanık bir sarıda moraran bir koyağın dibine sıvanmış, üstte sivri, keskin, bulutsuz, kurak, sıcak, yanan kayalar. Dökülüvereceklermiş gibi kasabanın üstüne eğilmişler. Ortada uzun birkaç kavak  boyu bir kaya, sola, öne yamulmuş, uçtu uçacak bir ulu kuşa benzeyen. (s. 30 )


Kulağımın dibinde binlerce çığlık, kanat şapırtısı, gaga tıkırtısı... Kulaklarım vınlıyor. Bir adım yürüyemiyorum kuşlardan, bir adım. Üstümde kuşların ağırlığı, kanatları bir hoş, bir deli. Bir öylesine yanıma yönüme doldular ki soluk alamıyorum. Soluksuz kaldım. Birden aklıma tıp etti. Aklıma tıp edince aklım başıma geldi, her şeyi anladım, hiç insan yok. Bu kasabanın insanları bu kuşlar. ( s. 60 )




5 Aralık 2013 Perşembe

Ahmet ÜMİT - Bab-ı Esrar




Ülkemizin en çok okunan yazarlarından olan Ahmet ÜMİT, 1960 Gaziantep doğumludur. Marmara Üniversitesinde Kamu Yönetiminde ve TKP( Türkiye Kominist Partisi ) tarafından gönderildiği Moskova'da Sosyal Bilimler Akademisinde de eğitim görmüş,1989 da aktif politikadan ayrılarak yazmaya başlamıştır.

Bloğumda daha önce yazarın ''Aşk Köpekliktir'' adlı kitabını tanıtmıştım.

Bab-ı Esrar mistizmle harmanlanarak, akıcı yazılmış bir roman. Tasavvufa ilgi duymayanların bile ilgisini uyandırabilecek nitelikte.
  Ben her ne kadar tasavvufla ilgili anlatımları romanlardan değil de, tasavvufla ilgili kaynaklardan okumayı tercih etsem de, Bab-ı Esrar'ı keyifle okudum, hoşunuza gideceğini tahmin ediyorum.

Roman, İngiliz sigorta müfettişi  Karen'ın bir otel yangınından dolayı ödeme yapılmadan önce inceleme yapmak üzere otelin bulunduğu Konya'ya  yıllar sonra gelmesi, babasının büyüdüğü, yetiştiği dergahta,  Mevlevilerle sohbet edip,  Şems-i Tebrizi ile karşılaşması, yedi yüz yıl öncesini ve bugünü  maceralı bir şekilde yaşaması çok güzel anlatılmış.
 Mevlevi olan babası Poyraz,  Karen ve annesini yıllar önce  iç sesine uyarak terk etmiştir. Bir yandan yüzyıllar öncesinden bugüne gelen sırlar, diğer yandan yaşadığı sıradışı deneyimlerle belki de Karen babasını anlamaya başlayacaktır...

Okuduğum birkaç Ahmet Ümit kitabı arasında en güzeliydi diyebilirim.


******


Kitaptan Alıntılar:


Konuşmadan önce azarlar gibi baktı yüzüme.
''Sabırsızsın.'' Sanki söylediklerini anlamam çok zormuş gibi açıklamaya başladı. ''Oysa bütün mahlukat sabrın ipliğiyle bağlıdır birbirine. Dünya sabırla döner. Çünkü güneşin de, ayın da zamana ihtiyacı vardır. Sabırlı ol.  Büyük sırlara ermek için sabır denizinde yüzmeyi öğrenmen  lazım. Çünkü sırlar, sabır denizinin dibinde saklıdır.''  (s.129 )


Evet, gerçekten de kendimi onun gibi hissetmiştim. Hissetmek mi, hayır bizzat Şems-i Tebrizi  olmuştum, ne Karen kalmıştı, ne bugünkü dünya. Tuhaf olan şimdi de Şems'in yaşadıklarını olduğu gibi hatırlamamdı. Katırın üzerindeki adamın insanı bilinmeyen bir güzelliğe çağıran ışıltılı gözleri aklımdan hiç çıkmıyordu. En son ''Allah!''  diye çığlık atarak bayılmıştım ya da Şems bayılmıştı ya da ikimiz birden (s.140 )


''Hiçbir şey bilmiyorsunuz. Mevlevilikte ölünmez sadece susulur. Ölenler ise sadece susmus kişilerdir. Onlar aramızda yaşamaya devam ederler. Şems gibi büyük sırlara ermiş Tanrı erleri ise, Kıyamet Günü'nü haber veren İsrafil Aleyhisselam borusunu öttürünceye kadar kimbilir kaç kez seçilmiş kullarına yardım etmek için bize görünürler. Suskunluklarını bozarak bizimle konuşurlar.''  (s. 191 )


''Büyükler, küçüklere hediye verir ayrılırken.''
Bir eşya verecek sandım ama İzzet Efendi etkili sesiyle bir şiir armağan etti bana.

Sana dilsiz, dudaksız sözler söyleyeceğim / Bütün kulaklardan gizli sırlardan bahsedeceğim. / Bu sözleri sana, herkesin içinde söyleyeceğim / ama senden başka kimse duymayacak / Kimse anlamayacak.
(s.268 )   

29 Kasım 2013 Cuma

Jose SARAMAGO - Bütün İsimler







Jose SARAMAGO, Nobel Ödüllü yazar, şair, oyun yazarı olup, din konusundaki görüşleri nedeniyle eserleri Portekiz Hükumetince sansürlenince ölümüne kadar Kanarya Adalarında yaşamıştır.

Kendisiyle yapılmış bir söyleşide;
"Nobel ödülü hakkındaki değerlendirmeniz?" sorusuna
"Hayatımda aldığım en büyük ödül karım Pilar’dır. İşin aslına bakılırsa, en büyük devrim aşktır." yanıtını vermiştir yazar.



Jose Saramago okumak benim için neredeyse bir tutku, daha önce de ''Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş'u'' paylaşmıştım sizlerle.



Bütün İsimler'in kahramanı Don Jose, yirmibeş yıldır Nüfus Kayıt Merkez Arşivi'nde çalışan, kendi dünyasında yaşayan ve ünlü kişilerle ilgili gazete ve dergilerden kestiği kupürleri biriktiren, işyerindeki hiyerarşik baskı altında ezilen biridir. 

 Kolleksiyonuna eklemek için Arşiv'den gizlice aldığı dosyaların arasına meçhul bir kadının fişinin karışması üzerine, bu kadınla ilgili bilinmeyenlere ulaşma tutkusu Don Jose'yi nerelere götürdü, neler yaşattı...

Anlatım mükemmel.
 Farklı okumak isteyenler, Jose SARAMAGO okumalısınız, benden söylemesi...


******


Kitaptan Alıntılar :


Cumartesi günü, en iyi takım elbisesini, temiz ve ütülü gömleğini giyip uyumlu sayılabilecek ve az çok düzgün kravatını takarak içinde yetki belgesi olan mühürlü zarfı ceketinin iç cebine koyan Don Jose, evinin kapısından bir taksiye bindi, zaman kazanmak için değil, çünkü bütün gün ona aitti, ama bulutlar yağmur tehdidinde bulunuyordu ve giriş katında oturan hanımın karşısına kulaklarına varana dek her yerinden sular damlayarak ve pantalon paçalarına çamur sıçramış halde çıkıp ne için geldiğini söyleyemeden öncekapının yüzüne kapanması riskine girmek istemiyordu. ( s.52 )


Evde Don Jose'nin ilk ilgilendiği şey gardırop vazifesi gören gömme dolaba saklanmış giysiler oldu. Önceden kirli idiyseler, şimdi iyiden iyiye, küfün buğusuyla karışık ekşi bir koku salan bir pisliğe dönüşmüşlerdi, pantalonun kat yerlerinde yosun bile görünüyordu, bir düşünün, hepsi o sıralar her yanından sular süzülen bir pardösüye sarılmış bir kucak ıslak giysi, ceket, gömlek, pantalon, çorap, iç çamaşırı, bütün bunlar bir hafta sonra nasıl olurdu. ( s.132 )





Don Jose kütük gibi uyudu.  Meçhul kadının anne ve babasına yaptığı riskli ancak iyi sonuç veren ziyaretin ardından, bir de hafta sonunun olağanüstü olaylarını deftere geçirmek istedi, ama öyle çok uykusu vardı ki Merkez Mezarlık'ın yazıcısıyla yaptığı sohbetten ileri gidemedi. Akşam yemeği yemeden yattı, iki dakikadan az zamanda uyudu, sabahın ilk ışıklarıyla gözlerini açtığında da , nasıl ve ne zaman olduğunu bilmeden, işe gitmeme kararı aldığını farketti.(s.239)




 

27 Kasım 2013 Çarşamba

Mürselin KURT - Adımdan Önce




Mürselin KURT, 1967 Muğla doğumlu. İşi nedeniyle 1992'den beri Ankara'da yaşayan yazarın ilk kitabı Adımdan Önce. İkinci kitabı ise; ''Akvaryumda Ölü Bir Balık'' 

Kitabı az önce bitirdim ama etkisinden kolay kurtulacak gibi değilim. Yıllar önce'' Angela'nın Külleri'ni'', daha sonra ''Onca Yoksulluk Varken'i'' okurken, Tanrım bu kadar yoksulluk olur mu? diye üzülmüş, kitapların etkisinde kalmıştım.

Mürselin Kurt'un ''Adımdan Önce''sini okurken de benzer duyguları yaşadım ve ''Bu kadar nefretle, sevgisizlikle çocuk mu büyütülür, yaşamlarında hiç mi birşey düzgün olmaz ?'' diye adeta isyan edesim geldi.

Muğla'nın bir köyünde sevgisiz, mutsuz ve acımasız bir anne ve babanın zor koşullarda var olmaya direnen iki kız çocuğunun romanı. İçiniz acıyacak, isyan edeceksiniz. 

Mürselin Kurt, sade, akıcı ama bir o kadar da çarpıcı yazmış.

Okumanızı tavsiye ediyorum...


******


Kitaptan Alıntılar :


Yaşama amacım yoktu, kendi kendimi boş yere umutlandırıp sonra yine yenilgiyle karşılaşmak istemiyordum. Herkesi terk ediyordum, çünkü aslında herkes beni terk ediyordu. Çevremdekilerden her geçen gün uzaklaşıyordum. gerçek dışı beklentilerle savrulup durduğumu anlamak yıllarımı aldı. Değersizlik duygularımı söküp atmam epey zor oldu. (s.66 )


Ne olur annem de böyle sarılsa bana, adımı şöyle ağız dolusu bir söylese. Gül'üm dediği gibi. Ama; söylemez kocaman kız oldum, daha annemim ağzından adımı bir kerecik olsun duymadım. (s.82 )


Köye, kışlık evimize göçer göçmez ablam bayram tatiline geliyor. Hemen ertesi gün onu Muğla'ya bayramlık almaya götürüyorlar.Ben de bayramlık istediğimi söylüyorum ama  annem, ''Sen küçüksün daha kapaksız!'' diyor, ''Buncağızım el içinde  hem, sen de git, sana da alınır!'' Beni anneanneme bırakıyorlar. Ağlıyorum. (s.94 )

Annelerin gözünde çocukların en yücesi hayatta olmayandır: Ölü çocuk eğer yaşamış olsaydı  bütün meziyetlere sahip olacaktı.Onun gözünde de öyleydi, bizim başarılarımız, ikizler için hayal ettiklerinin yanında sözü edilmeye bile değmeyecek kadar yetersiz, önemsizdi. Hatta bazen, beni, bilinçsizce geliştirdiği bu duyguyu haklı çıkarmak uğruna kurban ettiğini düşünüyorum. (s.118 )



24 Kasım 2013 Pazar

Peyami SAFA - Dokuzuncu Hariciye Koğuşu




9. Hariciye Koğuşu'nu  İlkokuldan sonra okumuştum, o zaman ne kadar anladım, neler hissettim bilemiyorum ama bloğumda paylaşmak için şimdiki aklımla okumaktan dolayı memnunum.

Peyami SAFA (1889-1961) yıllarında yaşamış, edebiyat dünyasında Server Bedi takma adını da kullanmıştır. Babası, Servet-i Fünun dönemi şairlerinden İsmail Safa'dır. Babasının sürgün gönderildiği Sivas'ta vefatı üzerine Peyami Safa ''Yetim-i Safa'' adıyla anılmıştır.

Geçim sıkıntısı nedeniyle öğrenimini yarım bırakmış, çeşitli işlerde çalışmış, öğretmenlik, gazetecilik de yapmıştır.

9. Hariciye Koğuşu, yazarın küçük yaşlarda yakalandığı kemik hastalığının kendisinde yarattığı  fiziksel ve ruhsal etkilerle yazdığı, hastanın psikolojisini anlatan otobiyografik bir romandır. Peyami Safa'da doktorlarının kolunun kesilmesi kararını kabul etmemiştir.

Romanı okurken otobiyografik eser olduğunu bilmiyordum aynı Dostoyevski'nin Kumarbaz'ını okurkenki gibi. Her iki eseri okurken de bir hastanın, bir kumarbazın psikolojisini bir yazar nasıl bu kadar güzel anlatabilir  diye düşünmüştüm. 9. Hariciye Koğuşu'nda Peyami Safa'nın, Kumarbaz'da da Dostoyevski'nin yaşadıklarını öğreniyoruz.

Türk Edebiyatının klasiklerinden olan 9. Hariciye Koğuşu'nu okumanızı, okutmanızı öneriyorum...


******


Kitaptan Alıntılar:


Küçükler çok benzeşirler: Korku ile acının derinleştirdiği anlayışlı gözler, yaşlarına nisbetle ağır tecrübelerin kırıştırdığı ve soldurduğu manalı yüzler, tahammülün düşürdüğü başlar, ve ümit...
Muayene odasının kapısına ümitle bakarlar.
Ve muayene odasının kapısı açılır.
Beyaz gömlekli, güçlü kuvvetli adam bir tanesini işaret eder ve yüksek sesle çağırır. ( s.6 )


Bu sofa yaşlı bir insan yüzü gibidir: Evimizin bütün ruhu, kederleri ve neş'esi orada görünür, her günün hadiseleri tavana, duvarlara, döşemeye bir leke, bir çizgi, bir buruşuk ve bazan da ancak bizim görebileceğimiz gizli bir işaret ilave eder. Bu sofa canlıdır: Bizimle beraber kımıldar, değişir, bizimle beraber dağılır, toplanır, bizimle beraber uyur uyanır; bu sofa aramızda sanki üçüncü bir simadır ve güldüğü, ağladığı bile olur. (s.13-14 )


Öyle bir yaşta idim ve öyle bir mizaçta idim ve çocukluğumda o kadar az oyun oynamıştım ve aldatmasını o kadar az öğrenmiştim ki, yalan bana suçların en ağırı gibi geliyordu; ve bir yalan söylendiği zaman insanların değil, eşyanın bile buna nasıl tahammül ettiğine şaşıyordum. yalana herşey isyan etmelidir. Eşya bile: damlardan kiremitler uçmalıdır, ağaçlar köklerinden sökülüp havada bir saniye içinde toz duman olmalıdır, camlar kırılmalıdır, hatta yıldızlar düşüp gökyüzünde bin parçaya ayrılmalıdır filan... (s.49 )




22 Kasım 2013 Cuma

Chris CLEAVE - Küçük Arı




Daha çok okurun beğenisine ulaşmak için Uluslararası En Çok Satanlar (Bestseller)  Listesinden de bir kitap okuyup paylaşmak istedim.

Küçük Arı, Chris Cleave tarafından yazılmış. 1973 doğumlu İngiliz yazar, Oxford Üniversitesi  Psikoloji mezunu ve Küçük Arı, ikinci kitabı.

Küçük Arı, 341 sayfa, kolay okunan bir kitap.
 Pek çok kişi tarafından okunup beğenilmiş. Epeydir kitap okuyamıyorum ya da ağır kitap okumaya ara vereyim diyenlere uygun.  Akıcı, bir- iki günde rahat okunacak türden. Edebi dili güzel olsun diyenlere ise önermiyorum!

Roman, evliliklerindeki sorunları çözmek için Nijerya'ya tatile giden bir İngiliz çiftin ülkedeki kaos sebebiyle tesadüfen yaşadıkları kötü bir olay ve sonrası yaşadıklarına dair.

 Nijerya'da ölüme terk edilen Küçük Arı, bir gün mülteci olarak İngiltere'de yaşamlarına girecektir. Sarah, küçük oğlu Charlie ve Küçük Arı'nın yaşamları değişecektir artık.


******


Kitaptan Alıntılar:


Bir parça hüzün verici olduğunu düşünmüyor musunuz? Kraliyet İngilizcesini öğrenmek, dans gecesinin ertesindeki sabah ayak tırnaklarınızdaki parlak kırmızı ojeyi çıkartmak gibi birşeydir. Çok zaman alır ve kenarlarında, yaşadığınız güzel saatleri size hatırlatacak kırmızı bir leke mutlaka kalır. Sizin anlayacağınız; yavaş yavaş öğrendim. (s.13 )


Kendimi arzu edilmez biri haline getirdim. Yıkanmadım, cildimin yağlanmasına izin verdim. Göğüslerimi düz ve küçük göstermek için giyisilerimin altından göğsümü kalın bir bantla sardım. İkinci el giysi ve ayakkabılarla dolu bağış kutuları geldiğinde, diğer kızlardan bazıları kendilerini güzelleştirmeye çalışırken , ben hatlarımı gizleyecek giysiler bulmak için kutuların altını üstüne getirdim. Bol blucinler, Hawai tarzı bir erkek gömleği, parlak çelik burunlu, yırtık derili ağır çizmeleri giydim. Gözetim merkezinin hemşiresine gidip saçlarımı kısacık kestirdim. İki yıl boyunca hiçbir adama gülümsemedim; hatta yüzlerine bile bakmadım. (s.18 )


Tekrar eve girip oğlumu ve Küçük Arı'yı aldım. Uyumsuz, şaşkın bir şekilde kocamın cenazesine yürüdük.
Kilisede oturduğum bankta hala sarsılırken, ağlayışımızın ölen kişi için olmadığını anladım. Kendimize ağlıyoruz aslında ve ben kendi zavallılığıma layık değildim. (s.128 )


Bize yardım etmeye çalıştılar, anlıyor musun? Psikiyatrlar, gönüllüler. Ama bizim için orada yapabilecekleri o kadardı. Psikiyatrlardan birisi bana demişti ki: '' Böyle bir yerde psikayatri, uçak kazasının orta yerinde yemek servisi yapmak gibidir. Doktor olarak senin iyi olmanı istiyorsam, sana peynirli turşulu sandviç yerine bir paraşüt vermeliyim. Aklının iyi, olması için önce özgür olman gerekir, anlıyor musun?''  (s.191 )


Macera nedir? Bu, maceraya nerede başladığınıza bağlıdır. Sizin ülkenizdeki küçük kızlar, çamaşır makinesi ile buzdolabının arasındaki boşluğa gizlenip, etraflarının yeşil yılanlar ve maymunlarla sarılı olduğu bir ormanda olduklarını hayal ederler. Ben ve ablam, yeşil yılanlar ve maymunlarla dolu ormanda bir boşluğa gizlenip, çamaşır makinemiz ve buzdolabımız olduğunu hayal ederdik. (s.273 )






21 Kasım 2013 Perşembe

Jose SARAMAGO - Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş







İşte size muhteşem bir kitap...


Bugüne kadar okuduğum kitaplar arasında ilk on arasında kesinlikle yer alacak bir kitap Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş.

Jose SARAMAGO  Portekizli, yine Portekizli yazar, şair Fernando Pessoa'ya hayran, ben de her ikisine.

İlk ses getiren romanı Baltasar ve Blimunda yayınlandığında 60 yaşında, 1998 de Nobel Ödülünü aldığında ise 76 yaşındaydı. 1974 Portekiz Devrimine katılmış, Kominist Partisinin aktif üyesi ve ateistti. Çok tartışılan ''İsa'ya Göre İncil ''in bir roman ödülüne aday gösterilmesine izin verilmeyince ülkesini terk etmiş, ölümüne kadar da Kanarya Adalarında yaşamıştır. 

Konser öncesi  pop starların boynuna sarılmak için ölümüne mücadele eden kızları şaşkınlıkla, hatta alay ederek izlerdim ama  artık onları anlıyor ve onlardan özür diliyorum!  Ben de yaşasaydı da  bir etkinlik sırasında Jose Saramago'nun boynuna atılsaydım, öyle isterdim ki... Neyse dualarım onunla.

Gelelim romanımıza. Konusu hayli ilginç, bilinmeyen bir ülkede dünya kurulduğundan beri görülmemiş bir şey olur, ölüm görevini yapmaktan vazgeçer ve o ülkede artık kimse ölmez. '' Ölmemek'' kulağa hoş gelir, herkes çok mutludur ancak mutlu günlerden bir süre sonra hayalkırıklıkları ve ülkede karmaşa yaşanır. İnsanlar ölmemekte ama yaşlanmaktadırlar. Ebedi yaşlılığa mahkumdur bu kez de insanlar. Hükumet, aileler, sağlık kuruluşları, kiliseler kısaca herkes ölümün ortadan kalkmasının getirdiği sorunlarla boğuşur, devreye mafya girer hatta! Sonra bir gün, beklenmedik şekilde ölüm geri döner.
Yazar romanında toplumdaki ahlaki çöküşü, çelişkileri, felsefi anlamda öyle güzel işlemiş ki, bu kitap bence OKUNMALI.

Bu arada Jose Saramago'nun ''Bütün İsimler'' ini de çok beğendiğimi, ''Görmek'' adlı kitabını diğerleri kadar olmasa da beğendiğimi  söylemeliyim. ''İsa'ya Göre İncil''i ise okunmayı bekleyenlerden.


******


Kitaptan Alıntılar:


Gerek cumhuriyetçilerin şiddetli saldırıları, gerekse çok yakın bir gelecekte devletin çarklarının yaşlılık ve malullük aylıklarını ödeyemeyecek olduğuna, bunun bir çaresi bulunmadığına dair öngörüler içeren  tedirgin edici makale üzerine  kral, başbakanı arayarak kendisiyle konuşmaların kaydedilmeyeceği özel bir görüşme yapmak istediğini bildirdi. Başbakan geldi, öncelikle kraliyet ailesi  mensuplarının sağlık durumlarını sordu, özellikle de ana kraliçenin durumu ile ilgilendi, hatırlanacağı üzere, ana kraliçe son yılbaşı günü ölüm döşeğinde bulunuyordu ve nihayetinde o gün itibariyle o da birçok diğer hasta gibi dakikada on üç kez nefes alıp vermeyi sürdürüyordu, döşeğinde uzanan bedeninin  nefes alıp vermek dışında canlı olduğuna dair pek bir emare göstermemesi ayrı bir konuydu. ( s.84-85 )


Gerçekten de oradaydı. Ölümü en çok yoran şeylerden biri gittiği yerlerde görmek istemediği halde gözlerinin önünden akıp giden nesnelerin tümünü görmek zorunda kalmasıydı. Tanrıya en benzer yönlerinden  biri de buydu. (s.145 )


Ölüm suya baktı ve susamanın nasıl bir his olduğunu hayal etmeye çalıştı ama başarılı olamadı. Bu hissi daha önce, çöle birilerini susuzluktan öldürmeye gittiğinde de anlayamamış, o sefer hayal etmeyi bile denememişti. Köpek kuyruğunu sallayarak geri döndü. Adam, Hadi uyuyalım, dedi. yatak odasına döndüler, köpek yerde üç kez yuvarlandı ve tortop oldu yattı. Adam yorganı boynuna kadar çekti, iki kez öksürdü ve uykuya daldı. Köşedeki koltukta oturan ölüm onu izlemeyi sürdürüyordu. Epey zaman geçtikten sonra köpek halının üzerinden kalktı ve koltuğun üzerine çıktı. Ölüm hayatında ilk kez kucağında  bir köpek olması hissini yaşadı. ( s.152 ) 




20 Kasım 2013 Çarşamba

YORUM YAZMAK İsteyenlere Duyuru...

Sevgili Blog Okurlarının yorum yapamadıklarına ilişkin yakınmalarını dikkate alarak bir duyuru yapmak istiyorum;
Gmail hesabı olanlar, paylaşımımın altındaki yorumunuzu gönderin kısmına yorumunu yazıp, gmail hesabını tanımlatarak yorum yazabilirler.
Gmail dışında mail hesabı olanlar ise; yorumlarını yazdıktan sonra, (yorumlama biçimi ) yazısını tıklayarak çıkan yazılardan (anonim) kelimesini tıklayarak yorumlarını  gönderebilirler ancak yorumlarının (adsız) çıkmaması için ad ve soyadlarını da   yazmalarını rica ediyorum.
Sevgilerimle...

Okşan Aybaş



19 Kasım 2013 Salı

Tayeb SALİH - Kuzeye Göç Mevsimi







Okuduğum övgüler üzerine almıştım  Kuzeye Göç Mevsimini.

 Kitabın tanıtım kısmında,  2001 yılında Arap Edebiyatı Akademisi tarafından 20. yüzyılın en önemli romanı ilan edildiğini de okuyunca herhalde fazla beklentiye girerek okudum ve umduğumu da bulamadım!

Tayeb Salih, Sudanlı bir yazar ve romanın kahramanı gibi o da İngiltere'ye gitmiş, BBC de, Unesco'da çalışmış ve romanlarını kendi dilinde kaleme almıştır. Romanlarına Afrikalı Arap olarak dini ve politik kimliğini yansıtmış, Batı'da beğenilen romanları pek çok dile çevrilmiştir.

Romanın kahramanı,  yedi yıl İngiltere'de eğitim aldıktan sonra ülkesine, Sudan'daki köyüne dönmüştür.
Köyünde yaşam olabildiğine basit, gelenekler ise o kadar karmaşık ve zordur. Baskıcı geleneklerden etkilenmemek mümkün değildir, hele söz konusu olan aşk ise.

Ülkemizde de romandaki gibi  neredeyse her gün  geleneklerin ve toplumun baskısı yüzünden yaşamlarına istedikleri gibi yön veremeyen insanların dramına, işlenen cinayetlere istemeden tanık oluyoruz. Belki de bu yüzden bir batılı kadar etkilenemedim bu romandan,

Kuzeye Göç Mevsimi, farklı yıllarda, çeşitli ülkelerde cinsel içerik taşıması nedeniyle yasaklanmıştır. Romanın 1966 yılında yayımlandığını da bu arada hatırlatayım.

Bloğumda daha önce paylaştığım Güney Afrikalı yazar Nadine Goldimer'in yazdığı ''July'ın İnsanları'', Kuzeye Göç Mevsimi'ne göre beni daha çok etkilemişti , July'ın İnsanları, herkesin okuması gereken kitaplardan diye düşündüğüm için, hatırlatayım istedim.


******


Kitaptan Alıntılar:


Daha görülecek çok ufuk var, koparılacak çok meyve, okunacak kitap ve hayatın defterinde içine cesur eller tarafından canlı cümleler yazılacak çok beyaz sayfa var. (s.16 )


İşte böyle, her sene iki ayımı Nil Nehri'nin güneyden kuzeye akarken, birdenbire neredeyse dik açıyla batıdan doğuya akmaya başladığı yerin kıyısındaki o küçük köyde geçiriyordum. Burası geniş ve derindir, suyun ortasında kuşların etraflarında dolaştığı  yeşil küçük adacıklar vardır. her iki kıyıda da sık hurma ağaçları dikilidir, su dolapları döner ve kimi zaman da su pompaları çalışır. (s.59 )


Avrupa'nın endüstri  dünyasının standartlarına göre bizler yoksul köylüleriz ama dedeme sarıldığımda evrenin kalbinde bir noktaymışım gibi zengin hissediyorum. O, dalları verimli, doğanın bol su ve bereket sunduğu uzun bir meşe ağacı değil, daha çok Sudan'ın çöllerindeki sayal çalılarına benziyor, kalın kabuğu ve keskin dikenleriyle  ölümü yeniyor çünkü  çok az yaşam talep ediyor. Onun mucizesinin sırrı da bu işte, hastalıklara, kıtlığa, savaşlara ve yöneticilerin yozlaşmasına rağmen hayatta. Ve işte bugün yüzüncü yaşına yaklaşıyor. (s. 68 )


Eşyalarımı, kafamı yasladığım yandaki hurma ağacının üzeriden aldım. Burada bana yer yoktu. Neden toparlanıp gitmiyordum ki?  Bu insanları hiçbir şey şaşırtmıyor. Yollarına çıkan her şeyi kabul ediyorlar. ne bir doğuma seviniyor ne de bir ölüme üzülüyorlar. Güldüklerinde ''Allah bizi affetsin'' diyorlar, ağladıklarında ''Allah bizi affetsin'' diyorlar. O kadar. Ve ben, ben ne öğrendim? Onlar nehirden ve ağaçlardan sessizliği ve sabrı öğrendiler. Peki, ben ne öğrendim? (s.108 )

17 Kasım 2013 Pazar

Sibel K. TÜRKER - Benim Bütün Günahlarım







Bloğumda tanıtacağım kitapları seçerken dikkat ettiğim şeylerden biri de, adını hiç duymadığımız ya da pek azımızın tanıdığı yazarların kitaplarını tanıtmak. Daha önce okumadığım yazarları tanımaktan ve tanıtmaya çalışmaktan da keyif alıyorum doğrusu.

Sibel K. TÜRKER' de bunlardan  biri. Yazarın Öykü Sersemi'yle 2005'te Yunus Nadi Öykü Ödülü'nü, Ağula'yla 2006 yılında Haldun Taner Öykü Ödülü'nü alması, bir de meslektaş olmamız dikkatimi çekti. 
İyi ki de okumuşum dediğim yazarlardan biri oldu. 
Okurken yazarın akıcı uslubunu görüyorsunuz. Ustalıkla yazılmış romanı ben adeta elimden bırakmadan bitirdim. Okumanızı tavsiye ediyorum.

 O kadar çok tanımadığımız yazar ve o kadar çok okunacak kitap var ki, bir yerlerden başlamak, her öyküyle, her romanla farklı dünyaları tanımak, zenginleşmek gerektiğini düşünüyorum.

Gelelim  Benim Bütün Günahlarım'a...
Kahramanımız Toros, evlendiği ilk günden beri kendini karısına-evliliğe uzak bulmuş biri. Evliliği bilinen anlamda yaşamamakta, bir süre sonra ailesinden uzağa kaçarak, büyük bir şehrin otel odasına adeta kendini hapsederek yaşamaya devam etmiştir. Maddi durumu ise babasından kalma malvarlığı sebebiyle iyidir. Fiziksel görünümündeki zayıflığını spor salonunda vücut geliştirmeye çalışarak gidermeye çalışmışsa da, iç dünyasındaki yalnızlığını, zayıflığını çok fazla benimsediği de söylenemeyen Gülümse ile gidermeye çalışmıştır.

Gerek eşi ve ailesini terk edişi, gerek Gülümse'ye evlenme sözü vererek kandırması, Gülümse ile birlikteliğinin de o saçma birlikteliklere dönüşmesi,  aslında ne istediğini bilmemesi Toros'un ''bütün günahlarının'' altında güçleneyim derken ezilmesine sebep oluyor.
Bir de raslantı sonucu tanıştığı tuhaf bir çiftle arkadaş olur. Karı ve kocanın adları da aynı, ikisi de Canan. Bay ve Bayan Canan arasındaki ilişki ise insanı evlilikten soğutur cinsten, benden söylemesi!


******


Kitaptan Alıntılar:


Bu nasıl olabilir? Şirin benden nasıl hamile kalabilir? Şirin bu numaraları kimden öğrendi? Karnına ne tür bir yastık koymakta? Beş ay sonra fırfırlı, işlemeli bir kırlent doğurunca herkes ne diyecek? (s.84 )


Hala açık olan pencereden akşam trafiğinin uğultusu geliyordu. Dışarı çıkamazdım, şehir ağzını açmış beni yutmaya hazır bir canavar gibi orada bekliyor olacaktı. Yalnızca beni...Çünkü diğerlerini tanıyordu, onlara aşinaydı, onlara dokunmazdı. Şehirlerin yalnızca yabancıları tanıyan büyük, gizli gözleri olurdu.Üşümelerinden tanırdı, tuhaf tutarsız davranışlarından. (s.89 )


Aşkım bütün taze gelinler gibi mutfaktaki hünerlerini sergiliyordu her akşam. Ev içinde protein, tahıl ve karbonhidrat karışımı sevecen gazların dolaştığı bir mabede dönüşürken, taze yeşilliklerin pastoral senfonisi keyfimize eşlik ediyordu. Seks ve yemek bütün yeni evlilerin- ya da kendini evli sayanların- içine düştükleri bir safahat alemiydi. (s.178 )


Hayat bol haneli sayılar, şişman kesirler değildi belki de. Söylenmesi, anlaması kolay basit, tek rakamlı bir sayı olmalıydı. fazlalıklar atılmalıydı. Bunların cevabı yoktu, sadece derin bir sarhoşluk vardı başımda. ben diye bildiğim o sıkıcı ama alışkın olduğum evim neredeydi? Gülümse benim yeni ferah evim miydi, yoksa kalbimin sıkışık odasına aldığım gereksiz, zamansız bir başka eşya mı? (s.182 )

13 Kasım 2013 Çarşamba

Richard BACH - Mavi Tüy - Gönülsüz Bir Mesihin Serüvenleri







Martı'yı daha önce sizlerle paylaşmıştım. Martı'nın yazarı Richard Bach'tan başka bir roman, Mavi Tüy.

Richard Bach'ın uzun yıllar pilotluk yaptıktan sonra önceki mesleğindeki bilgilerini, gözlemlerini hayal gücüyle süsleyerek yazdığı Mavi Tüy'de çok güzel.
Romanın anlatım ve dili sade, akıcı. Konu felseyle harmanlanmış, almak isteyenlere Gönülsüz Mesihten (bence Richard Bach'tan) mesajlar var.

Mavi Tüy'ü beğendim ama Martı bana göre daha güzeldi. Belki de beni cezbeden; Martı Jonathan olmak-olabilmek!

Mavi Tüy'de eski çift kanatlı uçağıyla para kazanmak için insanları uçuran pilot Richard ile istifa etmiş mesih ve pilot olan Donald Shimoda'nın arkadaş olmaları ve insanların mucize dedikleri şeylerin müstafi mesihe ne kadar sıradan geldiği ince felsefik mesajlarla süslenerek anlatılmış.

Sizce mucize nedir?
 Yaşamın mucizelerle dolu olduğunu görmüyorsanız lütfen  durun, yaşamınızı, size verilenleri sakin, dingin şekilde düşünün. Ne kadar çok mucizeye sahip olduğunuzu görecek ve şükredeceksiniz...

İyi okumalar.


******


Kitaptan Alıntılar:


Özgür ve mutlu
 yaşamak için
can sıkıntısını feda etmelisin.
Bu her zaman kolay bir
 fedakarlık olmaz. (s.101 )


Tanrı aşkına eğer özgürlüğü ve mutluluğu bu kadar çok istiyorsanız, bunların sizin dışınızda olduğunuzu anlamıyor musunuz, demek istiyordum onlara. Ona sahip olduğunuzu söyleyin ve sahip olun! Sanki sizinmiş gibi davranın, sizin olsun! (s.33 )


Beni bıktıran kalabalıklar değil,söylemeye geldiğim şeyi hiç umursamayan kalabalıklar. New York'tan Londra'ya kadar deniz üzerinde yürürsün, sonsuza kadar altın sikke çıkarırsın  ceplerinden ama onlar yine de umursamazlar, bunu biliyor muydun?
Bunu söylerken hiçbir canlıda görmediğim bir yalnızlık içindeydi.Yiyeceğe, barınağa, paraya ya da üne ihtiyacı yoktu. Bildiklerini söylemek amacıyla ölüyordu ve kimse kendisini dinlemiyordu . (s.57 )


Dünya senin alıştırma defterindir, sayfalarına
hesaplarını yaptığın.
Oraya istersen gerçeği ifade edebildiğin
halde,
gerçek değildir.
Oraya saçmalıklar ya da 
yalanlar yazmakta,
veya sayfalarını yırtmakta
özgürsün. (s.74 )








10 Kasım 2013 Pazar

Sabahattin ALİ - Kürk Mantolu Madonna







Kürk Mantolu Madonna'yı yıllar önce okumuştum, bloğumda paylaşmak üzere tekrar okuduğumda da aynı tadı almak çok güzel.

Gerçekten de unutulamayacak değerde bir roman.
Daha önce Sabahattin Ali'den İçimizdeki Şeytan'ı paylaşmıştım. Yazarın insanın duygu dünyasının derinliklerine bu derece inip romanlarına da başarıyla yansıtması, sade ve etkileyici anlatımı tartışmasız.

Sabahattin ALİ 1907- 1948 yıllarında yaşamıştır. Gümülcine doğumlu yazar, öğretmenlik, gazetecilik yapmış, şiir de yazmıştır. Yazdığı yazılar nedeniyle yargılanıp cezaevinde  yatmıştır. Yasal yollardan yurtdışına çıkamayınca Bulgaristan sınırını geçmeye çalışırken öldürüldüğü iddia edilmişse de, nasıl öldüğü hala tartışmalıdır.
Biyografisini araştırırken, kitaplarının 1950 yılından beri Bulgaristan'da okullarda okutulduğunu ve doğumunun 100. yılında doğduğu şehirde Türk ve Bulgar Edebiyatçılarca  anıldığını öğrenmekten mutlu oldum.

Kürk Mantolu Madonna, Türk Edebiyatının önde gelen eserlerinden kabul edilmektedir.
Almanya'da bir resim sergisindeki tabloda görüp aşık olduğu Maria Puder'e (Kürk Mantolu Madonna)  Raif'in duyduğu tutkulu ama yarım kalan aşkı anlatıyor roman.
 Maria'nın duygularını ifade ederkenki netliğinden, dürüstlüğünden, Raif'in ise tutkulu aşkından etkilenmemek mümkün değil.
Babasının ölümü üzerine Türkiye'ye dönen Raif ile Maria kavuşamıyorlar.
Yaşanamayan hayatların, düzeninin çarkında yok olmayı kabullenenlerin romanı Kürk Mantolu Madonna. 

Türk Edebiyatı'na ilgi duyan herkesin okuması gereken bir roman bence.


******


Kitaptan Alıntılar:


Bütün bu yükleri çeken Raif  efendi olduğu halde, evde onun yokluğu ile varlığı müsavi gibiydi. En küçüğünden en büyüğüne kadar herkes onu fark etmez görünüyordu. Kendisiyle gündelik ihtiyaçlardan ve para meselelerinden başka bir şey konuşmazlardı; çok kere bunları da Mihriye hanım vasıtasıyla halletmeyi tercih ediyorlardı. (s.31 )


Bu portrede ne vardı?.. Bunu izah edemeyeceğimi biliyorum; yalnız, o zamana kadar hiçbir kadında görmediğim garip, biraz vahşi, biraz mağrur  ve çok kuvvetli bir ifade vardı. Bu çehreyi veya benzerini hiçbir yerde, hiçbir zaman görmediğimi ilk andan itibaren bilmeme rağmen, onunla aramızda bir tanışıklık varmış gibi bir hisse kapıldım. Bu soluk yüz, bu siyah kaşlar ve onların altındaki siyah gözler; bu koyu kumral saçlar  ve asıl, masumluk ile iradeyi , sonsuz bir melal ile kuvvetli bir şahsiyeti birleştiren bu ifade, bana asla yabancı olamazdı. Ben bu kadını yedi yaşımdan beri okuduğum kitaplardan, beş yaşımdan beri kurduğum hayal dünyalarından tanıyordum. (s.56 )


Bir ruh, ancak bir benzerini bulduğu zaman ve bize, bizim aklımıza, hesaplarımıza danışmaya lüzum bile görmeden , meydana çıkıyordu...Biz ancak o zaman sahiden yaşamaya, -ruhumuzla yaşamaya- başlıyorduk. (s.89 )


''Şimdi aramızada noksan olan şeyin ne olduğunu biliyorum!'' dedi. Bu eksik sana değil, bana ait... Bende inanmak noksanmış... Beni bu kadar çok sevdiğine bir türlü inanamadığım için, sana aşık olmadığımı zannediyormuşum... Bunu şimdi anlıyorum. Demek ki,  insanlar benden inanmak kabiliyetini almışlar...Ama şimdi inanıyorum...Sen beni inandırdın... Seni seviyorum... (s.139 )