29 Kasım 2013 Cuma

Jose SARAMAGO - Bütün İsimler







Jose SARAMAGO, Nobel Ödüllü yazar, şair, oyun yazarı olup, din konusundaki görüşleri nedeniyle eserleri Portekiz Hükumetince sansürlenince ölümüne kadar Kanarya Adalarında yaşamıştır.

Kendisiyle yapılmış bir söyleşide;
"Nobel ödülü hakkındaki değerlendirmeniz?" sorusuna
"Hayatımda aldığım en büyük ödül karım Pilar’dır. İşin aslına bakılırsa, en büyük devrim aşktır." yanıtını vermiştir yazar.



Jose Saramago okumak benim için neredeyse bir tutku, daha önce de ''Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş'u'' paylaşmıştım sizlerle.



Bütün İsimler'in kahramanı Don Jose, yirmibeş yıldır Nüfus Kayıt Merkez Arşivi'nde çalışan, kendi dünyasında yaşayan ve ünlü kişilerle ilgili gazete ve dergilerden kestiği kupürleri biriktiren, işyerindeki hiyerarşik baskı altında ezilen biridir. 

 Kolleksiyonuna eklemek için Arşiv'den gizlice aldığı dosyaların arasına meçhul bir kadının fişinin karışması üzerine, bu kadınla ilgili bilinmeyenlere ulaşma tutkusu Don Jose'yi nerelere götürdü, neler yaşattı...

Anlatım mükemmel.
 Farklı okumak isteyenler, Jose SARAMAGO okumalısınız, benden söylemesi...


******


Kitaptan Alıntılar :


Cumartesi günü, en iyi takım elbisesini, temiz ve ütülü gömleğini giyip uyumlu sayılabilecek ve az çok düzgün kravatını takarak içinde yetki belgesi olan mühürlü zarfı ceketinin iç cebine koyan Don Jose, evinin kapısından bir taksiye bindi, zaman kazanmak için değil, çünkü bütün gün ona aitti, ama bulutlar yağmur tehdidinde bulunuyordu ve giriş katında oturan hanımın karşısına kulaklarına varana dek her yerinden sular damlayarak ve pantalon paçalarına çamur sıçramış halde çıkıp ne için geldiğini söyleyemeden öncekapının yüzüne kapanması riskine girmek istemiyordu. ( s.52 )


Evde Don Jose'nin ilk ilgilendiği şey gardırop vazifesi gören gömme dolaba saklanmış giysiler oldu. Önceden kirli idiyseler, şimdi iyiden iyiye, küfün buğusuyla karışık ekşi bir koku salan bir pisliğe dönüşmüşlerdi, pantalonun kat yerlerinde yosun bile görünüyordu, bir düşünün, hepsi o sıralar her yanından sular süzülen bir pardösüye sarılmış bir kucak ıslak giysi, ceket, gömlek, pantalon, çorap, iç çamaşırı, bütün bunlar bir hafta sonra nasıl olurdu. ( s.132 )





Don Jose kütük gibi uyudu.  Meçhul kadının anne ve babasına yaptığı riskli ancak iyi sonuç veren ziyaretin ardından, bir de hafta sonunun olağanüstü olaylarını deftere geçirmek istedi, ama öyle çok uykusu vardı ki Merkez Mezarlık'ın yazıcısıyla yaptığı sohbetten ileri gidemedi. Akşam yemeği yemeden yattı, iki dakikadan az zamanda uyudu, sabahın ilk ışıklarıyla gözlerini açtığında da , nasıl ve ne zaman olduğunu bilmeden, işe gitmeme kararı aldığını farketti.(s.239)




 

27 Kasım 2013 Çarşamba

Mürselin KURT - Adımdan Önce




Mürselin KURT, 1967 Muğla doğumlu. İşi nedeniyle 1992'den beri Ankara'da yaşayan yazarın ilk kitabı Adımdan Önce. İkinci kitabı ise; ''Akvaryumda Ölü Bir Balık'' 

Kitabı az önce bitirdim ama etkisinden kolay kurtulacak gibi değilim. Yıllar önce'' Angela'nın Külleri'ni'', daha sonra ''Onca Yoksulluk Varken'i'' okurken, Tanrım bu kadar yoksulluk olur mu? diye üzülmüş, kitapların etkisinde kalmıştım.

Mürselin Kurt'un ''Adımdan Önce''sini okurken de benzer duyguları yaşadım ve ''Bu kadar nefretle, sevgisizlikle çocuk mu büyütülür, yaşamlarında hiç mi birşey düzgün olmaz ?'' diye adeta isyan edesim geldi.

Muğla'nın bir köyünde sevgisiz, mutsuz ve acımasız bir anne ve babanın zor koşullarda var olmaya direnen iki kız çocuğunun romanı. İçiniz acıyacak, isyan edeceksiniz. 

Mürselin Kurt, sade, akıcı ama bir o kadar da çarpıcı yazmış.

Okumanızı tavsiye ediyorum...


******


Kitaptan Alıntılar :


Yaşama amacım yoktu, kendi kendimi boş yere umutlandırıp sonra yine yenilgiyle karşılaşmak istemiyordum. Herkesi terk ediyordum, çünkü aslında herkes beni terk ediyordu. Çevremdekilerden her geçen gün uzaklaşıyordum. gerçek dışı beklentilerle savrulup durduğumu anlamak yıllarımı aldı. Değersizlik duygularımı söküp atmam epey zor oldu. (s.66 )


Ne olur annem de böyle sarılsa bana, adımı şöyle ağız dolusu bir söylese. Gül'üm dediği gibi. Ama; söylemez kocaman kız oldum, daha annemim ağzından adımı bir kerecik olsun duymadım. (s.82 )


Köye, kışlık evimize göçer göçmez ablam bayram tatiline geliyor. Hemen ertesi gün onu Muğla'ya bayramlık almaya götürüyorlar.Ben de bayramlık istediğimi söylüyorum ama  annem, ''Sen küçüksün daha kapaksız!'' diyor, ''Buncağızım el içinde  hem, sen de git, sana da alınır!'' Beni anneanneme bırakıyorlar. Ağlıyorum. (s.94 )

Annelerin gözünde çocukların en yücesi hayatta olmayandır: Ölü çocuk eğer yaşamış olsaydı  bütün meziyetlere sahip olacaktı.Onun gözünde de öyleydi, bizim başarılarımız, ikizler için hayal ettiklerinin yanında sözü edilmeye bile değmeyecek kadar yetersiz, önemsizdi. Hatta bazen, beni, bilinçsizce geliştirdiği bu duyguyu haklı çıkarmak uğruna kurban ettiğini düşünüyorum. (s.118 )



24 Kasım 2013 Pazar

Peyami SAFA - Dokuzuncu Hariciye Koğuşu




9. Hariciye Koğuşu'nu  İlkokuldan sonra okumuştum, o zaman ne kadar anladım, neler hissettim bilemiyorum ama bloğumda paylaşmak için şimdiki aklımla okumaktan dolayı memnunum.

Peyami SAFA (1889-1961) yıllarında yaşamış, edebiyat dünyasında Server Bedi takma adını da kullanmıştır. Babası, Servet-i Fünun dönemi şairlerinden İsmail Safa'dır. Babasının sürgün gönderildiği Sivas'ta vefatı üzerine Peyami Safa ''Yetim-i Safa'' adıyla anılmıştır.

Geçim sıkıntısı nedeniyle öğrenimini yarım bırakmış, çeşitli işlerde çalışmış, öğretmenlik, gazetecilik de yapmıştır.

9. Hariciye Koğuşu, yazarın küçük yaşlarda yakalandığı kemik hastalığının kendisinde yarattığı  fiziksel ve ruhsal etkilerle yazdığı, hastanın psikolojisini anlatan otobiyografik bir romandır. Peyami Safa'da doktorlarının kolunun kesilmesi kararını kabul etmemiştir.

Romanı okurken otobiyografik eser olduğunu bilmiyordum aynı Dostoyevski'nin Kumarbaz'ını okurkenki gibi. Her iki eseri okurken de bir hastanın, bir kumarbazın psikolojisini bir yazar nasıl bu kadar güzel anlatabilir  diye düşünmüştüm. 9. Hariciye Koğuşu'nda Peyami Safa'nın, Kumarbaz'da da Dostoyevski'nin yaşadıklarını öğreniyoruz.

Türk Edebiyatının klasiklerinden olan 9. Hariciye Koğuşu'nu okumanızı, okutmanızı öneriyorum...


******


Kitaptan Alıntılar:


Küçükler çok benzeşirler: Korku ile acının derinleştirdiği anlayışlı gözler, yaşlarına nisbetle ağır tecrübelerin kırıştırdığı ve soldurduğu manalı yüzler, tahammülün düşürdüğü başlar, ve ümit...
Muayene odasının kapısına ümitle bakarlar.
Ve muayene odasının kapısı açılır.
Beyaz gömlekli, güçlü kuvvetli adam bir tanesini işaret eder ve yüksek sesle çağırır. ( s.6 )


Bu sofa yaşlı bir insan yüzü gibidir: Evimizin bütün ruhu, kederleri ve neş'esi orada görünür, her günün hadiseleri tavana, duvarlara, döşemeye bir leke, bir çizgi, bir buruşuk ve bazan da ancak bizim görebileceğimiz gizli bir işaret ilave eder. Bu sofa canlıdır: Bizimle beraber kımıldar, değişir, bizimle beraber dağılır, toplanır, bizimle beraber uyur uyanır; bu sofa aramızda sanki üçüncü bir simadır ve güldüğü, ağladığı bile olur. (s.13-14 )


Öyle bir yaşta idim ve öyle bir mizaçta idim ve çocukluğumda o kadar az oyun oynamıştım ve aldatmasını o kadar az öğrenmiştim ki, yalan bana suçların en ağırı gibi geliyordu; ve bir yalan söylendiği zaman insanların değil, eşyanın bile buna nasıl tahammül ettiğine şaşıyordum. yalana herşey isyan etmelidir. Eşya bile: damlardan kiremitler uçmalıdır, ağaçlar köklerinden sökülüp havada bir saniye içinde toz duman olmalıdır, camlar kırılmalıdır, hatta yıldızlar düşüp gökyüzünde bin parçaya ayrılmalıdır filan... (s.49 )




22 Kasım 2013 Cuma

Chris CLEAVE - Küçük Arı




Daha çok okurun beğenisine ulaşmak için Uluslararası En Çok Satanlar (Bestseller)  Listesinden de bir kitap okuyup paylaşmak istedim.

Küçük Arı, Chris Cleave tarafından yazılmış. 1973 doğumlu İngiliz yazar, Oxford Üniversitesi  Psikoloji mezunu ve Küçük Arı, ikinci kitabı.

Küçük Arı, 341 sayfa, kolay okunan bir kitap.
 Pek çok kişi tarafından okunup beğenilmiş. Epeydir kitap okuyamıyorum ya da ağır kitap okumaya ara vereyim diyenlere uygun.  Akıcı, bir- iki günde rahat okunacak türden. Edebi dili güzel olsun diyenlere ise önermiyorum!

Roman, evliliklerindeki sorunları çözmek için Nijerya'ya tatile giden bir İngiliz çiftin ülkedeki kaos sebebiyle tesadüfen yaşadıkları kötü bir olay ve sonrası yaşadıklarına dair.

 Nijerya'da ölüme terk edilen Küçük Arı, bir gün mülteci olarak İngiltere'de yaşamlarına girecektir. Sarah, küçük oğlu Charlie ve Küçük Arı'nın yaşamları değişecektir artık.


******


Kitaptan Alıntılar:


Bir parça hüzün verici olduğunu düşünmüyor musunuz? Kraliyet İngilizcesini öğrenmek, dans gecesinin ertesindeki sabah ayak tırnaklarınızdaki parlak kırmızı ojeyi çıkartmak gibi birşeydir. Çok zaman alır ve kenarlarında, yaşadığınız güzel saatleri size hatırlatacak kırmızı bir leke mutlaka kalır. Sizin anlayacağınız; yavaş yavaş öğrendim. (s.13 )


Kendimi arzu edilmez biri haline getirdim. Yıkanmadım, cildimin yağlanmasına izin verdim. Göğüslerimi düz ve küçük göstermek için giyisilerimin altından göğsümü kalın bir bantla sardım. İkinci el giysi ve ayakkabılarla dolu bağış kutuları geldiğinde, diğer kızlardan bazıları kendilerini güzelleştirmeye çalışırken , ben hatlarımı gizleyecek giysiler bulmak için kutuların altını üstüne getirdim. Bol blucinler, Hawai tarzı bir erkek gömleği, parlak çelik burunlu, yırtık derili ağır çizmeleri giydim. Gözetim merkezinin hemşiresine gidip saçlarımı kısacık kestirdim. İki yıl boyunca hiçbir adama gülümsemedim; hatta yüzlerine bile bakmadım. (s.18 )


Tekrar eve girip oğlumu ve Küçük Arı'yı aldım. Uyumsuz, şaşkın bir şekilde kocamın cenazesine yürüdük.
Kilisede oturduğum bankta hala sarsılırken, ağlayışımızın ölen kişi için olmadığını anladım. Kendimize ağlıyoruz aslında ve ben kendi zavallılığıma layık değildim. (s.128 )


Bize yardım etmeye çalıştılar, anlıyor musun? Psikiyatrlar, gönüllüler. Ama bizim için orada yapabilecekleri o kadardı. Psikiyatrlardan birisi bana demişti ki: '' Böyle bir yerde psikayatri, uçak kazasının orta yerinde yemek servisi yapmak gibidir. Doktor olarak senin iyi olmanı istiyorsam, sana peynirli turşulu sandviç yerine bir paraşüt vermeliyim. Aklının iyi, olması için önce özgür olman gerekir, anlıyor musun?''  (s.191 )


Macera nedir? Bu, maceraya nerede başladığınıza bağlıdır. Sizin ülkenizdeki küçük kızlar, çamaşır makinesi ile buzdolabının arasındaki boşluğa gizlenip, etraflarının yeşil yılanlar ve maymunlarla sarılı olduğu bir ormanda olduklarını hayal ederler. Ben ve ablam, yeşil yılanlar ve maymunlarla dolu ormanda bir boşluğa gizlenip, çamaşır makinemiz ve buzdolabımız olduğunu hayal ederdik. (s.273 )






21 Kasım 2013 Perşembe

Jose SARAMAGO - Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş







İşte size muhteşem bir kitap...


Bugüne kadar okuduğum kitaplar arasında ilk on arasında kesinlikle yer alacak bir kitap Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş.

Jose SARAMAGO  Portekizli, yine Portekizli yazar, şair Fernando Pessoa'ya hayran, ben de her ikisine.

İlk ses getiren romanı Baltasar ve Blimunda yayınlandığında 60 yaşında, 1998 de Nobel Ödülünü aldığında ise 76 yaşındaydı. 1974 Portekiz Devrimine katılmış, Kominist Partisinin aktif üyesi ve ateistti. Çok tartışılan ''İsa'ya Göre İncil ''in bir roman ödülüne aday gösterilmesine izin verilmeyince ülkesini terk etmiş, ölümüne kadar da Kanarya Adalarında yaşamıştır. 

Konser öncesi  pop starların boynuna sarılmak için ölümüne mücadele eden kızları şaşkınlıkla, hatta alay ederek izlerdim ama  artık onları anlıyor ve onlardan özür diliyorum!  Ben de yaşasaydı da  bir etkinlik sırasında Jose Saramago'nun boynuna atılsaydım, öyle isterdim ki... Neyse dualarım onunla.

Gelelim romanımıza. Konusu hayli ilginç, bilinmeyen bir ülkede dünya kurulduğundan beri görülmemiş bir şey olur, ölüm görevini yapmaktan vazgeçer ve o ülkede artık kimse ölmez. '' Ölmemek'' kulağa hoş gelir, herkes çok mutludur ancak mutlu günlerden bir süre sonra hayalkırıklıkları ve ülkede karmaşa yaşanır. İnsanlar ölmemekte ama yaşlanmaktadırlar. Ebedi yaşlılığa mahkumdur bu kez de insanlar. Hükumet, aileler, sağlık kuruluşları, kiliseler kısaca herkes ölümün ortadan kalkmasının getirdiği sorunlarla boğuşur, devreye mafya girer hatta! Sonra bir gün, beklenmedik şekilde ölüm geri döner.
Yazar romanında toplumdaki ahlaki çöküşü, çelişkileri, felsefi anlamda öyle güzel işlemiş ki, bu kitap bence OKUNMALI.

Bu arada Jose Saramago'nun ''Bütün İsimler'' ini de çok beğendiğimi, ''Görmek'' adlı kitabını diğerleri kadar olmasa da beğendiğimi  söylemeliyim. ''İsa'ya Göre İncil''i ise okunmayı bekleyenlerden.


******


Kitaptan Alıntılar:


Gerek cumhuriyetçilerin şiddetli saldırıları, gerekse çok yakın bir gelecekte devletin çarklarının yaşlılık ve malullük aylıklarını ödeyemeyecek olduğuna, bunun bir çaresi bulunmadığına dair öngörüler içeren  tedirgin edici makale üzerine  kral, başbakanı arayarak kendisiyle konuşmaların kaydedilmeyeceği özel bir görüşme yapmak istediğini bildirdi. Başbakan geldi, öncelikle kraliyet ailesi  mensuplarının sağlık durumlarını sordu, özellikle de ana kraliçenin durumu ile ilgilendi, hatırlanacağı üzere, ana kraliçe son yılbaşı günü ölüm döşeğinde bulunuyordu ve nihayetinde o gün itibariyle o da birçok diğer hasta gibi dakikada on üç kez nefes alıp vermeyi sürdürüyordu, döşeğinde uzanan bedeninin  nefes alıp vermek dışında canlı olduğuna dair pek bir emare göstermemesi ayrı bir konuydu. ( s.84-85 )


Gerçekten de oradaydı. Ölümü en çok yoran şeylerden biri gittiği yerlerde görmek istemediği halde gözlerinin önünden akıp giden nesnelerin tümünü görmek zorunda kalmasıydı. Tanrıya en benzer yönlerinden  biri de buydu. (s.145 )


Ölüm suya baktı ve susamanın nasıl bir his olduğunu hayal etmeye çalıştı ama başarılı olamadı. Bu hissi daha önce, çöle birilerini susuzluktan öldürmeye gittiğinde de anlayamamış, o sefer hayal etmeyi bile denememişti. Köpek kuyruğunu sallayarak geri döndü. Adam, Hadi uyuyalım, dedi. yatak odasına döndüler, köpek yerde üç kez yuvarlandı ve tortop oldu yattı. Adam yorganı boynuna kadar çekti, iki kez öksürdü ve uykuya daldı. Köşedeki koltukta oturan ölüm onu izlemeyi sürdürüyordu. Epey zaman geçtikten sonra köpek halının üzerinden kalktı ve koltuğun üzerine çıktı. Ölüm hayatında ilk kez kucağında  bir köpek olması hissini yaşadı. ( s.152 ) 




20 Kasım 2013 Çarşamba

YORUM YAZMAK İsteyenlere Duyuru...

Sevgili Blog Okurlarının yorum yapamadıklarına ilişkin yakınmalarını dikkate alarak bir duyuru yapmak istiyorum;
Gmail hesabı olanlar, paylaşımımın altındaki yorumunuzu gönderin kısmına yorumunu yazıp, gmail hesabını tanımlatarak yorum yazabilirler.
Gmail dışında mail hesabı olanlar ise; yorumlarını yazdıktan sonra, (yorumlama biçimi ) yazısını tıklayarak çıkan yazılardan (anonim) kelimesini tıklayarak yorumlarını  gönderebilirler ancak yorumlarının (adsız) çıkmaması için ad ve soyadlarını da   yazmalarını rica ediyorum.
Sevgilerimle...

Okşan Aybaş



19 Kasım 2013 Salı

Tayeb SALİH - Kuzeye Göç Mevsimi







Okuduğum övgüler üzerine almıştım  Kuzeye Göç Mevsimini.

 Kitabın tanıtım kısmında,  2001 yılında Arap Edebiyatı Akademisi tarafından 20. yüzyılın en önemli romanı ilan edildiğini de okuyunca herhalde fazla beklentiye girerek okudum ve umduğumu da bulamadım!

Tayeb Salih, Sudanlı bir yazar ve romanın kahramanı gibi o da İngiltere'ye gitmiş, BBC de, Unesco'da çalışmış ve romanlarını kendi dilinde kaleme almıştır. Romanlarına Afrikalı Arap olarak dini ve politik kimliğini yansıtmış, Batı'da beğenilen romanları pek çok dile çevrilmiştir.

Romanın kahramanı,  yedi yıl İngiltere'de eğitim aldıktan sonra ülkesine, Sudan'daki köyüne dönmüştür.
Köyünde yaşam olabildiğine basit, gelenekler ise o kadar karmaşık ve zordur. Baskıcı geleneklerden etkilenmemek mümkün değildir, hele söz konusu olan aşk ise.

Ülkemizde de romandaki gibi  neredeyse her gün  geleneklerin ve toplumun baskısı yüzünden yaşamlarına istedikleri gibi yön veremeyen insanların dramına, işlenen cinayetlere istemeden tanık oluyoruz. Belki de bu yüzden bir batılı kadar etkilenemedim bu romandan,

Kuzeye Göç Mevsimi, farklı yıllarda, çeşitli ülkelerde cinsel içerik taşıması nedeniyle yasaklanmıştır. Romanın 1966 yılında yayımlandığını da bu arada hatırlatayım.

Bloğumda daha önce paylaştığım Güney Afrikalı yazar Nadine Goldimer'in yazdığı ''July'ın İnsanları'', Kuzeye Göç Mevsimi'ne göre beni daha çok etkilemişti , July'ın İnsanları, herkesin okuması gereken kitaplardan diye düşündüğüm için, hatırlatayım istedim.


******


Kitaptan Alıntılar:


Daha görülecek çok ufuk var, koparılacak çok meyve, okunacak kitap ve hayatın defterinde içine cesur eller tarafından canlı cümleler yazılacak çok beyaz sayfa var. (s.16 )


İşte böyle, her sene iki ayımı Nil Nehri'nin güneyden kuzeye akarken, birdenbire neredeyse dik açıyla batıdan doğuya akmaya başladığı yerin kıyısındaki o küçük köyde geçiriyordum. Burası geniş ve derindir, suyun ortasında kuşların etraflarında dolaştığı  yeşil küçük adacıklar vardır. her iki kıyıda da sık hurma ağaçları dikilidir, su dolapları döner ve kimi zaman da su pompaları çalışır. (s.59 )


Avrupa'nın endüstri  dünyasının standartlarına göre bizler yoksul köylüleriz ama dedeme sarıldığımda evrenin kalbinde bir noktaymışım gibi zengin hissediyorum. O, dalları verimli, doğanın bol su ve bereket sunduğu uzun bir meşe ağacı değil, daha çok Sudan'ın çöllerindeki sayal çalılarına benziyor, kalın kabuğu ve keskin dikenleriyle  ölümü yeniyor çünkü  çok az yaşam talep ediyor. Onun mucizesinin sırrı da bu işte, hastalıklara, kıtlığa, savaşlara ve yöneticilerin yozlaşmasına rağmen hayatta. Ve işte bugün yüzüncü yaşına yaklaşıyor. (s. 68 )


Eşyalarımı, kafamı yasladığım yandaki hurma ağacının üzeriden aldım. Burada bana yer yoktu. Neden toparlanıp gitmiyordum ki?  Bu insanları hiçbir şey şaşırtmıyor. Yollarına çıkan her şeyi kabul ediyorlar. ne bir doğuma seviniyor ne de bir ölüme üzülüyorlar. Güldüklerinde ''Allah bizi affetsin'' diyorlar, ağladıklarında ''Allah bizi affetsin'' diyorlar. O kadar. Ve ben, ben ne öğrendim? Onlar nehirden ve ağaçlardan sessizliği ve sabrı öğrendiler. Peki, ben ne öğrendim? (s.108 )

17 Kasım 2013 Pazar

Sibel K. TÜRKER - Benim Bütün Günahlarım







Bloğumda tanıtacağım kitapları seçerken dikkat ettiğim şeylerden biri de, adını hiç duymadığımız ya da pek azımızın tanıdığı yazarların kitaplarını tanıtmak. Daha önce okumadığım yazarları tanımaktan ve tanıtmaya çalışmaktan da keyif alıyorum doğrusu.

Sibel K. TÜRKER' de bunlardan  biri. Yazarın Öykü Sersemi'yle 2005'te Yunus Nadi Öykü Ödülü'nü, Ağula'yla 2006 yılında Haldun Taner Öykü Ödülü'nü alması, bir de meslektaş olmamız dikkatimi çekti. 
İyi ki de okumuşum dediğim yazarlardan biri oldu. 
Okurken yazarın akıcı uslubunu görüyorsunuz. Ustalıkla yazılmış romanı ben adeta elimden bırakmadan bitirdim. Okumanızı tavsiye ediyorum.

 O kadar çok tanımadığımız yazar ve o kadar çok okunacak kitap var ki, bir yerlerden başlamak, her öyküyle, her romanla farklı dünyaları tanımak, zenginleşmek gerektiğini düşünüyorum.

Gelelim  Benim Bütün Günahlarım'a...
Kahramanımız Toros, evlendiği ilk günden beri kendini karısına-evliliğe uzak bulmuş biri. Evliliği bilinen anlamda yaşamamakta, bir süre sonra ailesinden uzağa kaçarak, büyük bir şehrin otel odasına adeta kendini hapsederek yaşamaya devam etmiştir. Maddi durumu ise babasından kalma malvarlığı sebebiyle iyidir. Fiziksel görünümündeki zayıflığını spor salonunda vücut geliştirmeye çalışarak gidermeye çalışmışsa da, iç dünyasındaki yalnızlığını, zayıflığını çok fazla benimsediği de söylenemeyen Gülümse ile gidermeye çalışmıştır.

Gerek eşi ve ailesini terk edişi, gerek Gülümse'ye evlenme sözü vererek kandırması, Gülümse ile birlikteliğinin de o saçma birlikteliklere dönüşmesi,  aslında ne istediğini bilmemesi Toros'un ''bütün günahlarının'' altında güçleneyim derken ezilmesine sebep oluyor.
Bir de raslantı sonucu tanıştığı tuhaf bir çiftle arkadaş olur. Karı ve kocanın adları da aynı, ikisi de Canan. Bay ve Bayan Canan arasındaki ilişki ise insanı evlilikten soğutur cinsten, benden söylemesi!


******


Kitaptan Alıntılar:


Bu nasıl olabilir? Şirin benden nasıl hamile kalabilir? Şirin bu numaraları kimden öğrendi? Karnına ne tür bir yastık koymakta? Beş ay sonra fırfırlı, işlemeli bir kırlent doğurunca herkes ne diyecek? (s.84 )


Hala açık olan pencereden akşam trafiğinin uğultusu geliyordu. Dışarı çıkamazdım, şehir ağzını açmış beni yutmaya hazır bir canavar gibi orada bekliyor olacaktı. Yalnızca beni...Çünkü diğerlerini tanıyordu, onlara aşinaydı, onlara dokunmazdı. Şehirlerin yalnızca yabancıları tanıyan büyük, gizli gözleri olurdu.Üşümelerinden tanırdı, tuhaf tutarsız davranışlarından. (s.89 )


Aşkım bütün taze gelinler gibi mutfaktaki hünerlerini sergiliyordu her akşam. Ev içinde protein, tahıl ve karbonhidrat karışımı sevecen gazların dolaştığı bir mabede dönüşürken, taze yeşilliklerin pastoral senfonisi keyfimize eşlik ediyordu. Seks ve yemek bütün yeni evlilerin- ya da kendini evli sayanların- içine düştükleri bir safahat alemiydi. (s.178 )


Hayat bol haneli sayılar, şişman kesirler değildi belki de. Söylenmesi, anlaması kolay basit, tek rakamlı bir sayı olmalıydı. fazlalıklar atılmalıydı. Bunların cevabı yoktu, sadece derin bir sarhoşluk vardı başımda. ben diye bildiğim o sıkıcı ama alışkın olduğum evim neredeydi? Gülümse benim yeni ferah evim miydi, yoksa kalbimin sıkışık odasına aldığım gereksiz, zamansız bir başka eşya mı? (s.182 )

13 Kasım 2013 Çarşamba

Richard BACH - Mavi Tüy - Gönülsüz Bir Mesihin Serüvenleri







Martı'yı daha önce sizlerle paylaşmıştım. Martı'nın yazarı Richard Bach'tan başka bir roman, Mavi Tüy.

Richard Bach'ın uzun yıllar pilotluk yaptıktan sonra önceki mesleğindeki bilgilerini, gözlemlerini hayal gücüyle süsleyerek yazdığı Mavi Tüy'de çok güzel.
Romanın anlatım ve dili sade, akıcı. Konu felseyle harmanlanmış, almak isteyenlere Gönülsüz Mesihten (bence Richard Bach'tan) mesajlar var.

Mavi Tüy'ü beğendim ama Martı bana göre daha güzeldi. Belki de beni cezbeden; Martı Jonathan olmak-olabilmek!

Mavi Tüy'de eski çift kanatlı uçağıyla para kazanmak için insanları uçuran pilot Richard ile istifa etmiş mesih ve pilot olan Donald Shimoda'nın arkadaş olmaları ve insanların mucize dedikleri şeylerin müstafi mesihe ne kadar sıradan geldiği ince felsefik mesajlarla süslenerek anlatılmış.

Sizce mucize nedir?
 Yaşamın mucizelerle dolu olduğunu görmüyorsanız lütfen  durun, yaşamınızı, size verilenleri sakin, dingin şekilde düşünün. Ne kadar çok mucizeye sahip olduğunuzu görecek ve şükredeceksiniz...

İyi okumalar.


******


Kitaptan Alıntılar:


Özgür ve mutlu
 yaşamak için
can sıkıntısını feda etmelisin.
Bu her zaman kolay bir
 fedakarlık olmaz. (s.101 )


Tanrı aşkına eğer özgürlüğü ve mutluluğu bu kadar çok istiyorsanız, bunların sizin dışınızda olduğunuzu anlamıyor musunuz, demek istiyordum onlara. Ona sahip olduğunuzu söyleyin ve sahip olun! Sanki sizinmiş gibi davranın, sizin olsun! (s.33 )


Beni bıktıran kalabalıklar değil,söylemeye geldiğim şeyi hiç umursamayan kalabalıklar. New York'tan Londra'ya kadar deniz üzerinde yürürsün, sonsuza kadar altın sikke çıkarırsın  ceplerinden ama onlar yine de umursamazlar, bunu biliyor muydun?
Bunu söylerken hiçbir canlıda görmediğim bir yalnızlık içindeydi.Yiyeceğe, barınağa, paraya ya da üne ihtiyacı yoktu. Bildiklerini söylemek amacıyla ölüyordu ve kimse kendisini dinlemiyordu . (s.57 )


Dünya senin alıştırma defterindir, sayfalarına
hesaplarını yaptığın.
Oraya istersen gerçeği ifade edebildiğin
halde,
gerçek değildir.
Oraya saçmalıklar ya da 
yalanlar yazmakta,
veya sayfalarını yırtmakta
özgürsün. (s.74 )








10 Kasım 2013 Pazar

Sabahattin ALİ - Kürk Mantolu Madonna







Kürk Mantolu Madonna'yı yıllar önce okumuştum, bloğumda paylaşmak üzere tekrar okuduğumda da aynı tadı almak çok güzel.

Gerçekten de unutulamayacak değerde bir roman.
Daha önce Sabahattin Ali'den İçimizdeki Şeytan'ı paylaşmıştım. Yazarın insanın duygu dünyasının derinliklerine bu derece inip romanlarına da başarıyla yansıtması, sade ve etkileyici anlatımı tartışmasız.

Sabahattin ALİ 1907- 1948 yıllarında yaşamıştır. Gümülcine doğumlu yazar, öğretmenlik, gazetecilik yapmış, şiir de yazmıştır. Yazdığı yazılar nedeniyle yargılanıp cezaevinde  yatmıştır. Yasal yollardan yurtdışına çıkamayınca Bulgaristan sınırını geçmeye çalışırken öldürüldüğü iddia edilmişse de, nasıl öldüğü hala tartışmalıdır.
Biyografisini araştırırken, kitaplarının 1950 yılından beri Bulgaristan'da okullarda okutulduğunu ve doğumunun 100. yılında doğduğu şehirde Türk ve Bulgar Edebiyatçılarca  anıldığını öğrenmekten mutlu oldum.

Kürk Mantolu Madonna, Türk Edebiyatının önde gelen eserlerinden kabul edilmektedir.
Almanya'da bir resim sergisindeki tabloda görüp aşık olduğu Maria Puder'e (Kürk Mantolu Madonna)  Raif'in duyduğu tutkulu ama yarım kalan aşkı anlatıyor roman.
 Maria'nın duygularını ifade ederkenki netliğinden, dürüstlüğünden, Raif'in ise tutkulu aşkından etkilenmemek mümkün değil.
Babasının ölümü üzerine Türkiye'ye dönen Raif ile Maria kavuşamıyorlar.
Yaşanamayan hayatların, düzeninin çarkında yok olmayı kabullenenlerin romanı Kürk Mantolu Madonna. 

Türk Edebiyatı'na ilgi duyan herkesin okuması gereken bir roman bence.


******


Kitaptan Alıntılar:


Bütün bu yükleri çeken Raif  efendi olduğu halde, evde onun yokluğu ile varlığı müsavi gibiydi. En küçüğünden en büyüğüne kadar herkes onu fark etmez görünüyordu. Kendisiyle gündelik ihtiyaçlardan ve para meselelerinden başka bir şey konuşmazlardı; çok kere bunları da Mihriye hanım vasıtasıyla halletmeyi tercih ediyorlardı. (s.31 )


Bu portrede ne vardı?.. Bunu izah edemeyeceğimi biliyorum; yalnız, o zamana kadar hiçbir kadında görmediğim garip, biraz vahşi, biraz mağrur  ve çok kuvvetli bir ifade vardı. Bu çehreyi veya benzerini hiçbir yerde, hiçbir zaman görmediğimi ilk andan itibaren bilmeme rağmen, onunla aramızda bir tanışıklık varmış gibi bir hisse kapıldım. Bu soluk yüz, bu siyah kaşlar ve onların altındaki siyah gözler; bu koyu kumral saçlar  ve asıl, masumluk ile iradeyi , sonsuz bir melal ile kuvvetli bir şahsiyeti birleştiren bu ifade, bana asla yabancı olamazdı. Ben bu kadını yedi yaşımdan beri okuduğum kitaplardan, beş yaşımdan beri kurduğum hayal dünyalarından tanıyordum. (s.56 )


Bir ruh, ancak bir benzerini bulduğu zaman ve bize, bizim aklımıza, hesaplarımıza danışmaya lüzum bile görmeden , meydana çıkıyordu...Biz ancak o zaman sahiden yaşamaya, -ruhumuzla yaşamaya- başlıyorduk. (s.89 )


''Şimdi aramızada noksan olan şeyin ne olduğunu biliyorum!'' dedi. Bu eksik sana değil, bana ait... Bende inanmak noksanmış... Beni bu kadar çok sevdiğine bir türlü inanamadığım için, sana aşık olmadığımı zannediyormuşum... Bunu şimdi anlıyorum. Demek ki,  insanlar benden inanmak kabiliyetini almışlar...Ama şimdi inanıyorum...Sen beni inandırdın... Seni seviyorum... (s.139 )

8 Kasım 2013 Cuma

Faruk DUMAN - Av Dönüşleri






2000 Sait Faik Hikaye Armağanı alan Av Dönüşleri' ni okumak, Faruk Duman'la tanışmak istedim.


Yazar daha önce yazdığı Seslerde Başka Sesler adlı öykü kitabıyla da 1998 Orhan Kemal Ödülleri Öykü Dalında ikincilik almıştır.
Kendine özgü yalın dili, kısa cümlelerle anlatımı çok güzel. Faruk Duman kendi yazım tarzıyla okuyucunun işini kolaylaştırmış adeta. Okumaktan keyif aldım.

Ama öyküler anlatılamaz ki...
Okuyalım o zaman, gerçekten okumaya, Faruk Duman'ın kalemiyle tanışmaya değer.


******


Kitaptan Alıntılar:


Belma
 Kadın, Belma'ydı. İçeri girmiş, kahvenin en uzak köşesinde ( ki kahvenin uzak bir köşesi yoktu aslında, ama kadın oturup yüzünü ellerinin arasına aldığında orası artık uzak bir köşe olmuştu) oturmuştu. Kimsesizdi. Siyah bir paltosu vardı. Sessiz, burnunu çekiyordu, soğuktan gelmişti. Omuzlarını büzmüş, kimseyi tanımıyordu. Garson onu görmemişti, boştu sanki o masa, öyle ilgisiz bakıyordu. Eller önlüğün cebinde. (s.35)


Bir gün Reşit öldü, nasıl öldüğünü kimse bilmedi. Kimi bir  uçurumun başından düştüğünü söyledi, kimi zehirli mantar yediğini. Ya da bir kuytuda yılan sokmuştu. Reşit'in ölüsünü kaçırdılar sanki bizden. Unutalım istediler. O zaman dağlar taşlar unutsun istediler. Neyse. reşit öldü, dayım da göz göre göre kilo almaya başladı. İnanılmaz bir hızla, çevredeki her şeye tedirginlik verecek  bir vurdumduymazlıkla hem de. Sonunda, artık kapılar ona dar gelmeye başladığında, kapandı bir odaya, yerinden kalkamaz oldu. (Sır saklayanın öyküsü s.39)


En çok, sessizliği kalmış hatırımda şimdi. Olgunluğu, gülümseyişi. Kendi saçlarını izleyişi, uzun uzun. Yaşıtlarında görülemeyecek durgunluğu, gündelik işlerden el çekmişliği. nasıl sessizce gülümserdi her söylenene. Gözlerini çevirir, usulca yanıt verirdi. Yaz günüyse rüzgar alıp giderdi bu yanı zaten. Kışsa, içeride, uğultuya karışıp yok olurdu. Beni sevmiş miydi? (Yolda adlı öyküden. s. 81 )

7 Kasım 2013 Perşembe

Neşe KESKİN - Gülesrahimece Pamukhelva







Neşe KESKİN, Ankara doğumlu, diş hekimi, yazar. İlk kitabı olan Gülesrahimece Pamukhelva 2012 yılında yayımlanmıştır. 


 Gülesrahimece Pamukhelva'da yazarın öykü ve şiirleri yer almıştır.

Gül, Esra, Rahime ve Ece'nin dünyalarına misafiriz bu kez de. Duygularına, yaşadıklarına ya da yaşayamadıklarına tanıklık edeceğiz okuyarak.
Keyifli ve akıcı...

Yazarın ikinci kitabı olan Deniz ve Ben adlı romanını daha önce sizlerle paylaşmıştım .


******


Kitaptan alıntılar:

İçim ince ince uçuyor,
Bulutlar aşağılarda.
Yıldızların içindeyim,
Dünya uzakta bir nokta...
Gümüş bir kordonla bağlıyım soluğa,
Kopsa gümüş kordonum,
Savrulur muyum sağa, sola?
Acı verir mi bedenime soluksuzluğum?
Yoksa yeniden canlanır mı ruhum?

***
İster çalışkan idealist bir eğitim dönemi geçir, ister okumayıp evde otur, ''her genç kızın rüyasının Zetina dikiş makinesi'' olduğu, mutluluğun tek yolunun evlenmekten geçtiğinin zannedildiği dönemlerin gençliğiyim. Evliliğe giden arkadaşlıklarda çiftlerin daha evlenmeden emeklilikte, yaşlanınca nasıl olacağız acaba konuşmalarının yapıldığı, evliliğe giden her ilişkinin sonsuza kadar süreceğinin zannedildiği dönemlerin genç kızıyım. (Her Genç Kızın Rüyası / Gül adlı öyküden )


Yirmi birinci yüzyılın kadınlarıyız. Kimimiz her şeye razı. gelişmek için sabretmeliyim diyor, sabırla süslüyor ilişkisini. Kimilerimiz ben duymayayım, görmeyeyim yeter ki ilişkim yürüsün diyor. Kimilerimiz ise aldatıldığında derhal terk ediyor. Ben hepsi oldum. Hepsini denedim, yine kendim oldum.  (Erkek Olmak /Gül adlı öyküden )

Rhonda BYRNE - The Secret







2007 yılında okuduğum, o yıllarda ve hala daha güncelliğini koruyan bir kitap The Secret.

 Birlikte Sır'rı hatırlayalım, belki yaşamına sırrı tekrar sokmak isteyenler, hatta sırrı uygulayıp isteklerine ulaşanlar deneyimlerini bizlerle paylaşmak isteyebilirler, kim bilir?

Ben yine de The Secret' la asıl Rhonda Byrne'ın amacına ulaştığını düşünüyorum.

Efendim, yazarımızın yaşamında her şey kötü giderken, bir gün kızının hediye ettiği yüz yıllık bir kitapla (ki bu kitap hakkında bir açıklama yok)  tarih boyunca ''Sır'' diye bir şey olduğunu, sırrı uygulayanların yüzyıllardır isteklerini elde eden başarılı kişiler olduğunu tespit etmesiyle başlıyor sır araştırması.

Yazarımız adeta iz sürerek sırrı uygulayanlara ulaşmış, onların deneyimlerini paylaşmış kitabında. Örnekler cazip, okuyup da uygulamayan olmaz bence.

Diğer adı da '' Çekim Yasası''. Yani zihninizden geçenleri, istediklerinizi, yaydığınız  frekansla sahip olduğunuz düşüncenin benzerini  kendinize çekiyorsunuz.

 Deneyimlemek için kitabı okuyup motive olmak şart!

Sır'rı çözmek isteyenler okumuştur ama diğerleri için  kitaptan alıntılar paylaşayım en iyisi...
İyi Okumalar.


******


Kitaptan Alıntılar:


Düşünceler manyetiktir ve frekansları vardır. Siz düşünürken düşünceleriniz Evren'e yayılır ve manyetik güçleriyle aynı frekanstaki bütün benzerlikleri mıknatıs gibi çekerler. Gönderilen her şey kaynağına geri döner.
Ve ''Siz'' o kaynaksınız. (s.10 )

İnsanların istediklerini elde edememelerinin tek sebebi, olmasını istedikleri şeyler yerine, olmasını istemedikleri şeyler üzerine düşünüyor olmalarıdır. (s.12 )


Şimdiki gerçekliğiniz ya da şu an yaşamakta olduğunuz hayat daha önce düşünmüş olduklarınızın sonucu olarak var. Siz duygu ve düşüncelerinizi değiştirmeye başladığınız takdirde, yaşadığınız hayatta tamamen değişecek. (s.71 )


Şükretmenin en önemli yararlarından biri de, istediğinize ekstra güçle ulaşmanızı sağlamak için Yaratım Süreci'yle birleştirilebilmesidir. Bob Proctor'da, yaratım Süreci'nin ilk adımı olan ''İsteme'' bölümünde, isteklerinizi yazarken; her cümleye ''Şu an.....sahip olduğum için çok mutlu ve minnettarım.'' ( boşluğu kendiniz dolduracaksınız) diye başlamanızı önermişti. (s.80 )

'' Hayal etmek her şey demektir. hayatın size getireceklerinin bir ön gösterimidir.'' A. Einstein (1879-1955)
Bir düş panosu sayesinde, hayal gücünüzü serbest bırakabilir, sahip olmak istediğiniz her şeyin, yaşamak istediğiniz hayat tarzının resimlerini panonuza yapıştırabilirsiniz. Düş Panonuzu,  John Assaraf'ın yaptığı gibi,  ona her gün bakabilmek için görünür bir yere astığınızdan emin olun. Oradakilere şu an sahip olduğunuzu hissedin. Onları aldıktan sonra ise bunun için şükrederek eski resimleri kaldırıp yerine yenilerini asabilirsiniz. (s.91 )





Özcan ERDOĞAN (hazırlayan) - Dahiler ve Aşkları






Özcan Erdoğan tarafından hazırlanan  ''Dahiler ve Aşkları'' tam 796 sayfa!

  Bir roman olarak düşünürsek tabiiki ürkütücü kalınlıkta bir kitap ancak, bu bir roman değil.

 Ansiklopedik nitelikte biyografik bir kitap. Keyifle okumuştum arkadaşımın armağanını.
 Farklı yazarlar tarafından yazılmış dahilerin yaşamları, eserlerini meydana getirirken onları etkileyen kişi ve koşulları, yaşamlarına, aşklarına  ilişkin ayrıntıları okumak gerçekten çok ilginç.

Bir solukta okunmayıp, ara sıra ele alınmalı, böylesi daha keyifli oluyor zira.

Kitapta, kırkı aşkın dahi var. Bazıları; Mevlana, Balzac, Victor Hugo, Tolstoy, Karl Marx, Pablo Picasso, Yahya Kemal Beyatlı, Nazım Hikmet, Salvador Dali, Charles Bukowski, Che Guevera, Charlie Chaplin, Leonardo da Vinci, Van Gogh, Virginia Woolf, Edgar Allan Poe, Dostoyevski ve diğerleri...

Dahileri diğer insanlarla- bizlerle aynı kategoriye koymadığımızdan mı bilmem ama onların da aşk acısı çektiğini öğrenmek ilginç geliyor okuyunca.




******


Kitaptan alıntılar:



Salvador Dali'nin eşi Gala için söyledikleri;
'' Her erkek bir kadınla evlenebilir, fakat sadece Gala onun ruhunu iyileştirebilir. '' (s.156 )



Dostoyevski'nin kardeşi Michael'e etkilendiği Maria hakkında yazdığı mektupta;
'' Uzun süredir bir kadını seviyorum ve onun da beni sevebileceğini biliyorum. Onsuz yaşayamayacağım; durumum azıcık düzelir düzelmez onunla evleneceğim. Onun da bunu kabul edeceğini biliyorum.'' (s.195 )



Vincent Van Gogh kardeşine yazdığı mektupta aşkı konusundaki kararlılığını şöyle dile getiriyor:
'' Onu o kadar uzun süre seveceğim ki, sonunda o da beni sevecek.''( s.325)


Karl Marx eşi Jenny'e 1856 tarihinde yazdığı mektupta şöyle der:
''Dünyada elbette pek çok kadın var ve bunlardan kimileri de güzel; ama  ben, bir göz kırpıştırması bile bende hayatımın en tatlı anılarını canlandıran böyle bir başka yüzü nerede bulabilirim?
Senin tatlı çehrende sonsuz sıkıntılarımı ve onulmaz kayıplarımı bile bulabilir ve tatlı yüzünü öptüğümde acıyı öpebilirim.''  (s.448 )











6 Kasım 2013 Çarşamba

Alexandre DUMAS - Kamelyalı Kadın







Kamelyalı Kadın, yazarın gerçekte yaşadığı aşkın romanı olup, 19. yüzyılda romantizmin etkisiyle yazılmıştır. Hala daha aşk romanları arasında klasik bir başyapıttır.

Paris'te zengin soylularla beraberlikler yaşayan Matmazel Marguerite Gautier adlı fahişe ile hukuk eğitimi alan, soylu bir genç olan Armand Duval arasındaki aşkı anlatır roman.
 Tabulara karşı çıkarak yaşanan aşk da uzun süreli olamamıştır. Birini çok sevmenin, onun  iyiliğini istemenin uğruna yaşanan aşkın feda edilmesinin romanıdır Kamelyalı Kadın.
  
Ben dünya klasiklerini okumaktan büyük keyif alıyorum. Klasiklerin konuları kadar edebi diline de hayranım.  Hele bir  de çeviri iyiyse. Genellikle İş Bankası Yayınları'nın Hasan Ali Yücel Klasikler Dizisinden seçiyorum kitaplarımı. Şu sıralar ise, blog takipçilerinin farklı beğenileri için  farklı türde kitaplar okuyup paylaşmaya çalışıyorum...

Bu arada Fransız Edebiyatında iki tane Alexandre Dumas olduğunu hatırlatayım. Bu kitabın yazarı Alexandre Dumas, Üç Silahşörler, Monte-Cristo gibi pek çok serüven romanı yazarı olan Alexandre Dumas'ın gayrimeşru oğludur.


******


Kitaptan Alıntılar:


Ben bir ilkeye inanıyorum yalnız, bu ilke de şu; iyiliği eğitim yoluyla öğrenememiş bir kadının önünde, iyiliğe giden iki yol açar Tanrı; hemen her zaman böyledir; biri acı, biri de aşktır bu yolların. (s.20 )



'' Ama  şimdiden haber veriyorum, yaşamım üzerinde en ufak bir ayrıntıyı bile bildirmeden, canımın istediğini yapmakta serbest olmak istiyorum. Çoktandır, genç, istemsiz bir sevgili arıyorum, sakıncası olmadan seven, hakları olmadan sevilen bir sevgili. Erkekler, bir kez elde etmeyi  güç umdukları şeyin uzun zaman verilmesine sevinecek yerde, sevgililerinden bugünün, geçmişin, hatta geleceğin hesabını sorarlar. Ona alıştıkça egemen olmak isterler, ne kadar çok verilirse, o kadar fazlasını isterler. Şimdi yeni bir sevgili tutmaya karar verirsem, tüm ender nitelikleri kendinde toplasın, güvenli, boyun eğmiş, sıkı ağızlı olsun isterim.'' (s.85 )



Tüm bu ayrıntıları onun evinde, gözyaşları içinde yazıyorum size, hüzünlü hüzünlü bir lamba yanıyor önümde, yanında da bir akşam yemeği var, kolaylıkla kestirebileceğiniz gibi, dokunduğum bile yok, ama Nanine gene de hazırlattı, çünkü yirmi dört saatten fazla bir süreden beri hiçbir şey yemedim. (s.232 )


Bu öyküden Marguerite gibi tüm yosmaların onun yaptığını yapabileceği sonucunu çıkarmıyorum; aklımdan bile geçmez böyle bir şey, ama içlerinden birisinin yaşamında, gerçek bir aşk duyduğunu, bundan acı çektiğini, bundan öldüğünü öğrendim. (s.234 )


4 Kasım 2013 Pazartesi

Selim İLERİ - Dostlukların Son Günü





Selim İLERİ, 1949 İstanbul doğumlu. İstanbul Hukuk Fakültesindeki öğrenimini yarım bırakarak, ondokuz yaşından itibaren kitap yazmaya başlamıştır.

Dostlukların Son Günü ile 1976 Sait Faik Hikaye Armağanı'nı almıştır.

Yalın diliyle gözlemlerini, nesneleri en ince ayrıntısına kadar anlatıyor. Usta yazar o kadar çok ödül almış ki, bazılarını sizlerle paylaşmak istedim;

Her Gece Bodrum - 1977 Türk Dil Kurumu Roman Ödülü,
Bu Yaz Ayrılığın İlk Yazı Olacak - 2002 Orhan Kemal Roman Armağanı,
Uzak, Hep Uzak - 2003 Sedat Simavi Edebiyat Ödülü,
İstanbul'un Sandık Odaları ile de, 2005 Türk Yazarlar Birliği'nin Hatıra- Gezi alanındaki ödülünü almıştır.

Dostlukların Son Gününde birbirinden sıcak öyküler var. Zaman zaman eski Türk filmlerinin içindeymişim gibi hissettim.

Öykü okumak, Selim İleri'nin şiirsel, sizi sarıp sarmalayan tarzıyla tanışmak isteyenler okuyup mutlu olacaklar.


******


Kitaptan Alıntılar:


Benim için taze meyveler, balbademler, iç fıstıklar getirir; sessizce bir yana bırakırdı. Gerçekte onurun saklattığı bir yoksulluk, odalardan taşlığa, taşlıktan mutfağa belli belirsiz sinmişti. ( Gelinlik Kız adlı öyküden s.27)


İncila Abla, geçmiş zamanlardan kalma bir peri kızı gibiydi. Kızıl saçlarını omuzlarına döker, ağır ağır tarardı. Papatya sularıyla yıkanıyor kızıl saçları. Papatya kaynıyor ocakta. İkimiz ufalıyoruz papatyaları. İncila Abla'yla karanfil kurusu kaynatıp esans yapıyoruz. Onunla birlikte olmaktan mutluluk duyardım. İlişirdim kucağına. Defterime kenar süsü yapardı  Faber kalemlerimle. Çikolata yaldızlarını biriktiriyor, kırışıkları ince parmaklarıyla düzeltiyor; ben gelince bana verecek. ( Gelinlik Kız adlı öyküden s.28 )


Kimi günler annemin misafirleri geliyordu. Funda Abla'nın bizde olduğu ve başını kaldırmaksızın dikiş diktiği güne de rastlayabilirdi bu. Annem, arkadaşlarına çayla birlikte çeşitli yiyecekler sunardı. Pufböreği bile yedikleri olurdu. Funda Abla'ya yalnız çay verileceğini bildiğimden, gitmezdim misafirlerin yanına. Çok sevdiğim pufböreğinden vazgeçerdim. ( Elbise Haritaları adlı öyküden. s.75 )





  

1 Kasım 2013 Cuma

Zülfü LİVANELİ - Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm







Zülfü LİVANELİ' yi  müzisyen, politikacı, yönetmen ve yazar olarak tanıyoruz. Siyasi nedenlerle 1972'de İsveç'e gitmiş, Stockholm'de bir yıl müzik eğitimi görmüş, uzun yıllar İsveç'te yaşamıştır.

Halen Vatan Gazetesinde köşe yazarlığı yapmakta, Unesco kültür elçiliği görevine de devam etmektedir.

Yazar,  müzik, ededbiyat,sinema dallarında pek çok ödül almıştır. Bazıları;

1997'de ''Engereğin Gözündeki Kamaşma'' ile Balkan Edebiyat Ödülü,
2001'de ''Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm'' ile Yunus Nadi Roman Ödülü'dür.

Henüz yazarın son kitabı Serenad'ı okumadım ama Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm,  bugüne kadar okuduklarım arasında en beğendiğim romanı oldu.

Romanın hoşuma giden yanı; hem yazarın, hem de romanın kahramanı Sami'nin ağzından, iki kişi tarafından ve aynı olayın farklı farklı anlatılması.

Konusu da etkileyici tabiiki.  12 Mart sonrası pek çok kişiye ''anarşist'' damgası vurulmasından, siyasetle ilgisi olmayan Sami'de nasibini almıştır
.
Nişanlısının öldürülmesi, kendisinin işkenceye maruz kalması, o dönemdeki pek çok kişi gibi onun da İsveç'e mülteci olarak sığınmasına neden olmuştur.
 Mültecilik, yaşama bilinmeyenden tutunma çabası değil midir?

 Günün birinde tedavi gördüğü hastanede Sami'nin karşısına geçmişinden unutamadığı, yaşadıklarının sorumlusu olduğunu düşündüğü eski bir bakan çıkar.

Zamanla nefret hafifler mi? Ya da nefretin yerini başka bir duygu alır mı?
Mutluluk nedir aslında?

Okuyalım bence...


******


Kitaptan Alıntılar:


Ankara'da okuduğu zaman etkisinde kaldığı Norveç'li Knut Hamsun'un göçebeler diyarı değildi İskandinavya. Çağıldayan ırmakların üstünde sağlıklı meşe kütüklerinin gümbür gümbür aktığı, karanlık ormanlarda yakılan meşalelerin bakire karları ısıttığı, Kuzey masallarındaki orman cinlerinin ağaçlar arasında koşuşturduğu bir ülke değildi. İstasyondan beri hissediyordu bunu belki de gelir gelmez başlamıştı; ama artık düzeltilmesi gereken bir yanılgının içindeydi. (s.18-19)


Çok hoş bir insandır annem. Arkadaşları gibi o da her olayı mutfak zamanlamasına göre anlatır: ''Tam fasulyemi ayıklayıp soğanımı soymayı bitirmiştim, tencereye koyacaktım ki sokaktan bir gürültü geldiğini duydum." O sırada, iki kişinin ölümüyle biten bir trafik kazasından söz etmektedir ama sizin bunu anlamanız biraz zaman alır. ''Sabah kalktım. Geceden ıslattığım barbunyayı süzeyim de kara suyu çıksın, diye mutfağa gidiyordum ki tam o sırada askerler koşarak bizim sokağa daldı.'' Annemin arkadaşları da böyle konuşur. Eminim insanoğlunun aya ilk olarak ayak bastığı saniyeyi bile, tencere soğan öldürmeyle birleştirerek anlatır bunlar. (s.79)


O zaman Bülent hastanede yatan ihtiyar adamı, eski bakanı anlattı ve onu öldürmeye karar verdiklerini söyledi. Yaşlı adam öldürülecekti. Bu iş Adil'in başının altından çıkmıştı. İçlerinde en ateşli olan Adil uzun zamandır boşlukta kalmış da yaşamı böyle bir fırsatın doğmasına bağlıymış gibi, şehvetle sarılmıştı. Yaşlı adamı öldürme fikrine. (s.90)


Oysa Sirikit kocaman, lambalı radyonun üstünde zalim ve zarif bir kedi anıtı gibi durmaktaydı.
Bunun üzerine geyiği hatırladım, gözlerimi yumdum, bana onca arkadaşlık eden can yoldaşım, öğretmenim, kahramanım Sirikit'in bir hayal ürününe dönüşmemesi için Tanrı'ya yalvardım. Gözlerimi açıp baktığımda radyonun üstü boştu, Sirikit yoktu. (s.194)